Cuma, Aralık 30, 2005

Neydik, Ne Olduk?

Image Hosted by ImageShack.usFakir beyinlerde umuttuk, övünç olamadan utanç olduk. Dışımıza dokunamadan içimizi vurduk. Tüm karmaşada basit bir düzen, adi bir oyunduk. Kurallar adil zannettik de oklara hedef bile olamadık, kurda kuşa yem olduk. Dolduramadan kirlettik kadehleri de hevesler kursakta bakıp bakıp yutkunduk.

Hayallerimizle kanatlarımızı kırdık, kozlarımızı yaktık. Yıkık, dökük, virandık. Elde kalan kırıklardan medet umduk, kesildik. Kan tıkadı boğazımızı, bağırdık, sesimiz çıkmadı. Kapıyı pencereyi kapadık da bacadan medet umduk. Göremeden ışığı, dumanlarda boğulduk.

Mert sandık kendimizi, namerde muhtaçtık.

İçimizdekinin kıymetini bilemedik, ayaklar altında çiğnedik, ucuz sofralara meze ettik. Yükte hafiftik, pahada hafif olduk. Bilemediğimize uzattık elimizi, anlamadığımız bırakmadı peşimizi. Yürümeden koşmaya kalktık, kalkamayan yatalak hastaydık.

Aynı nehirden çok kere geçtik de bir yıkanıp arınamadık.

Biz neydik ki ne olduk?

Hezeyanlara geldik, hüsran olduk. Birbirimiz olalım dedik, kendimizi unuttuk. Açamadan solduk, tutamadan bıraktık, ölemeden yaşamaya kalktık. Mal olduk, salak olduk, lüzumsuzduk. Onu sildik, seni görmedik, sen olduk, ben olduk da bir türlü biz olamadık. Allah bin türlü belamızı versin.

Pazar, Aralık 25, 2005

-

E F
CIM KEDI
KOTU
O

İyiniz gök, kötünüz yerdi de kötüyle bir mi oldunuz? Siz de var mısınız?

--

Evde misafir vardı ve kanal değiştirme şansım yoktu. ATV açıktı, bir atom ziyanının sunuculuunu yaptığı "Ya Şundadır Ya Bunda" diye bir program. Kısa bi kısmını da olsa izledim.

Sunucu bi kızın başını eğmiş, bir delikten içeri sokmaya çalışıyor, deliğin diğer tarafında da bir adam delikten çıkmış başı öpmeye çalışıyor. Bu delikten çıkmış baş öptürme hadisesine porno sitelerden aşinayız da o denli aleni olmasın deyip biraz modifiye etmişler sanırım.

Beni asıl afallatan o değil. Sunucu, bir konuğun getirdiği Alman çikolatasını kırıp kırıp izleyicelere atarken kapışanları izledim. Kendisine düşecek çikolata parçasını kapmaya çalışan hemen yandaki insan nasıl büyük bir tehditti o insanlar için. Bir parça çikolata için insanları nasıl birbirini düşman gibi gördüklerini düşündüm. Aklıma tarihi boyunca onurunundan taviz vermemekle övünen Türk milleti geldi. Karşımda ekrandakiler. Bir parça Alman çikolatası. Afalladım.

Daha fazlasını isterseniz program her akşam varmış aynı kanalda.

Bunlar olup bitiyor. Aklını kaçırmış izole bir grup var orda. Bir toplumdan bu programı izleyebilecek bir kişi çıkması yeterince üzücü, üzerinde düşünmeye değer bir durum. O kanalınsa o saatte bir kaç milyon kişinin izlemeyeceği bir programı yayına koyacağını zannetmiyorum. Sakıncalı.

Cumartesi, Aralık 24, 2005

Harikalar Diyarından Bir Cuma Kesiti

Dün, akşam saatlerinde, bir grup kadın ve erkek her zaman gittiğim kafelerden birinde oturmuş sohbet etmekteydi.

Kadınlardan biri koynundan çıkarıp avuçlarına alarak uyumak istediği sıska kalbinden bahsetti, adamlardan biri onu onarcasına gülümseyip başka bir konuya geçti.

Kendisini yavru bir köpeğe benzettiğini söyledi, kadınlardan hiç biri bu benzetmeyi ilk aşamada anlayamadı, bu durumda adam açıklamaya başladı, “yavru köpekler” dedi, “sıcaklık ararlar, kalp atış sesi, bir ten dokunarak uyumak için, işte ben de öyleyim.” Tüm bunları söylerken çırılçıplak, beyaz bir çarşafın üzerine uzanmış eklim püklüm cenin pozisyonuna geçmiş ergin bir erkek geldi gözlerinin önüne, bu kendisiydi.

Kadınlar hep birlikte bu durumu anladıklarını belirtircesine gözlerini önlerine eğerek konuşmaya katılan başka bir kadını dinlemeye başladılar. Ancak aralarından bazıları benzetmeyi saçma bulurken bazıları konuşan adamın az sonra kendilerini taciz etmeye başlayacağından korkarak çekingen kaldılar. Aralarından biri, o konuşmaya başlayan kadın, tümünden farklı düşünüyordu, çünkü kendisinin iki adet yavru köpeği olmuştu geçmişte. Biri, anlattığına göre, ilk zamanlarda ailesinin eve almasını yasakladığı, geceleyin çaktırmadan odaya alındığında kadının karnında uyuyan yavru, diğeri ise, kadın küçükken amcasıyla birlikte dışarıda yattığı zamanlarda koynuna girip sıcaklığını hissederek huzur içinde uykuya dalan ikinci yavruydu. İşte onu tümellikten özelliğe iten, adam konuştuktan sonra söyleyecek söz bulabilmesini sağlayan da buydu.

Duvarların çıtırdamasına, saatin her zamankinden fazla acı çekip feryat figan içinde işlevini sürdürmesine neden olan kısa bir sessizlikten sonra konu değişti. Adamlardan biri acıdan bahsetti, onun merkezini çekim kuvveti olan bir gezegene benzettikten sonra karşısında oturmakta olan kadınların gözlerine odaklamaya çalıştı bakışlarını, zira bu konuyu daha ciddi olan safsatalar sınıfına sokacaktı. Elindeki sigara paketi bir anda acının merkezi olmuştu, onu masanın ortasına koydu, bu sefer küllüğü eline aldı, küllüğü atmosferin sınırına benzetti, ve göreceli bir biçimde sigara paketinden bir miktar uzağa yerleştirdi, böylece anlamlandıramayan bakışlar atıldığında olabildiğine manasız gözüken bir şema çıkarmıştı ortaya. Son olarak çakmağı aldı kadınlardan birinin elinden, bu acıya maruz kalan birey olacaktı. Çakmağı önce sigara paketinin etrafında döndürdü, atmosferin içinde yörüngeye girmiş bir gök cismi geldi gözlerinin önüne, çekimin burada çok yoğun olduğundan bahsetti, sonra yavaş yavaş sigara paketinden uzaklaştırdığı çakmağı kül tablasının bile ötesine götürdü. Çok zeki göründüğünü hissederek “gördünüz mü bakın, çekim azalıyor” dedi ve ekledi “işte, acı da böyledir, merkezden uzaklaştıkça sizi çekmez olur.” Son harfler ağzından çıkarken karşısındaki kadınların ilgisini çektiğini görerek haz duymaya başladı.

O sırada, kadınlardan biri, adamın elinden aldığı, sigara paketinin etrafında yörüngesel hareketler yaptırarak konuyu pekiştirmeye çalıştığı çakmakla çok mutlu görünüyordu.

Bir adam, ki bu adam ne zaman bir müzik kutusunun cızırtılı sesini duysa ağlamak isterdi, gitmeleri gerektiğini hatırlattı, çünkü kadınların öyle istediğini düşünmekteydi. Kadınlar onu onadı. Her kadının koluna bir adam girdi, ancak adamlardan biri boşta kalmıştı. Üzüldü, ezildi ama söyleyecek hiç bir şey bulamadı. Birkaç adım arkadan takip etti önünde ilerlemekte olan çiftler topluluğunu. Ben, onları uzaklardan izlemekten yorulmuş gözler ve tanrısal duyum gücümle, elinden alınmış şekeriyle ortalarda kalan çocuklar gibiydim yine.

Perşembe, Aralık 15, 2005

Ağrı Kesici

İkinci kat kafe sıradan bir mekan, biz de sıradan insanlar… Ben, Emre ve onun daha önce hiç görmediğim iki arkadaşı oturmuş sıradan konuşmalar çevirmekteydik, maksat muhabbet. Akrep yelkovanı, yelkovansa akrebi sürekli kovalamaktaydı. En son yelkovana baktığımda akrebi saat 12:00’den beri dördüncüye yakalamış olmasına rağmen hala ısrar etmekte ve akrebin üstünde durmaktaydı… 4:20…

Bir garipliktir başlamıştı, ki bu gariplik soğuk bir şekilde hissettiriyordu kendisini, önce “hava biraz soğuk galiba” sesleri yükseldi arkadaşlardan, sonra “dondum be, burada ısıtma sistemi çalışmıyor herhalde” dedi Emre… Dışarıdan gelen, bir farenin duvarın içini oyarken, bir yılanın kuru yapraklar ve dallar arasında kıvrılırken çıkardığı ses gibi bir çıtırtı dikkatimi çekti. Tabii ki merak ettim ve cama yönelttim bakışlarımı. Hava o kadar soğumuştu ki, çok büyük bir gürültüyle koca bir bulut donup caddeye, yoldan geçmekte olan insanların ve arabaların üzerine düşmüştü aniden. Emre ile göz göze geldik, tam “Sende gördün mü? Lanet olası bulut insanları ezdi!” diyecekken fark ettim, ortamda benden başkası bu olayı görmemiş ve duymamıştı… Kimisi çaylarını yudumlamaya, kimisi ise satranç oynamaya, muhabbet etmeye devam ediyorlardı… Kelimeler düğümlendi boğazımda, bir anda dördüncü boyuta geçmiştim sanki, diğer insanlardan kopmuş hissettim kendimi… İnsanın iliğine işleyen soğuğu artık tüm bedenimde hissetmeye başlamıştım. Donup insanları ezen bulutun mantığını çözmeye çalışırken, tam yanımdaki camda oluşmaya başlayan buz örtüsüne ilişti gözüm. Cam 5 saniye içerisinde aşağıdan başlayarak yukarıya doğru tamamen dondu. Bu arada camın sağ üst köşesinde buzdan bir yazı belirdi “ -39 derece” ve kayboldu. Hangi harikalar diyarıydı burası? Soğuk iliklerime işlemişti ve o sırada oturduğumuz odanın tavanı köşelerden dışarıya doğru kıvrılmaya başladı. Soğuk büzüştürüyordu tavanı… Artık insanlara baktığımda gördüğüm şey az öncekinden çok daha farklıydı. Heykellerdi her biri, çok gerçekçi gözüken gri bedenli cam gözlü heykeller. Olaylar o kadar hızlı gelişmekteydi ki ben sesimi bile çıkartamıyordum, sanki ben de o cam gözlü heykeller gibi donmuştum soğuktan ama ben görebiliyor ve hissedebiliyordum. Sonra düşünmeye başladım, aklıma bir anda yıllar önce buzdolabına bir su şişesi koyarken annemin bana söyledikleri geldi… “Buzluğa dolu şişe koyma, koyarsan patlar”, sonra bu cümleleri Eskişehir’le özdeşleştirdim, şehrin altı sıcak su kaynaklarıyla doluydu ama dışarıdaki soğuk tahminimce onları da dondurmuştu… Donan suyun hacmi genişlemişti ve asfaltı zorlamaktaydı ve korkarım biraz sonra Eskişehir gökyüzünde olacaktı… Son bir hamleyle oynatabildim kafamı, güm diye vurdum önümdeki masaya…

Kafamı derin bir nefes alarak kaldırdım, odamda, yatağımdaydım. Camım açık kalmış ve camdan içeriye giren rüzgar perdemle dans etmekteydi, rüzgar perdemden sıkıldı, masamın üzerindeki fotoğraflara yöneldi, biraz onlarla oynadı havaya kaldırdı, aşağıya indirdi ve nihayet onardan da sıkılıp yere attı… Odam ilgisini çekmemişti ve kaybolup gitti. Küskün perdem hareketsizleşti. Dışarıda küçük bir fırtına vardı. Çakan şimşekler odamı aydınlatıyor ve bana az önce gördüğüm rüyayı unutturmaya çalışıyorlardı. Tuvalete doğru ilerledim, yüzümü yıkadım kafamı kaldırıp aynaya baktığımda bir anda ikinci kat kafede gördüğüm cam gözlü insanlar geldi aklıma. Midem bulandı kusmaya başladım…

Kafamı kaldırdım, cam gözlü insanlar geldi aklıma, aynaya baktım, yüzümü yıkadım yatağıma gidip kafamı yastığıma gömdüm.

Kafamı kaldırdım, önümde bir masa vardı yanımdaki cam donmuştu ve yukarıdan aşağıya çözülmeye başladı, çözülürken üzerindeki yazı dikkatimi çekti “-39 derece”. Camın çözülmesi yaklaşık 5 saniye sürdü. Çözülmekte olan buzlu cama bakarken yerden bir buz kütlesi havalandı ve altından insanlar, arabalar çıktı. Hava artık ısınmaya başlamıştı. Bulunduğum yerde Emre ve onun iki arkadaşı vardı. Daha önce onları görmemişim. Onlardan biri “önemli değil” dedi ve o önemli değil diyen arkadaşa, ağzımdan bir hap çıkarttım, teşekkür ederek uzattım. “Bende ağrı kesici var, al bunu yut çok sağlam” diyerek aldı ve çantasına koydu hapı, ben “Başım çok ağrıyor beyler, ağrı kesicisi olan var mı?” dedim en son…


Geçen kıştan deneysel bir çalışma...(Yeniden düzenleme - baskabisi)

Cumartesi, Aralık 10, 2005

mor menekşeyle karşıdan karşıya,..metroyla.

eve gelirken mor menekşe aldım. şuan da ona bi bakış fırlattım ister istemez; çok tatlı ya, görmelisiniz. özellikle tomurcuklarının olması çok heyecanlandırıyo beni. ya aslında mor mu tam bilemedim, maviye kaçık gibi. bunları güneş ışığından uzak tutmak lazımmış, haftada bi su veriomuşuz, yaşayıp giderlermiş bi ihtimal uzun süre. ya zaten ben ne kadar yaşıcam acba bu evde, çok zor lan, hiç istemiom gitmek falan, allah götürmesin.

bi de karşıdan karşıya geçmek için metroyu kullandım, çok da memnun kaldım. ve diyorum ki, metro yıkılsa da yakılsa da, günün birinde hava ulaşımı başlasa da kısa mesafeler için de, metronun o kısmı baki kalmalı ya, ben öyle istiyorum, okkadar!

bi de aklıma Çiçero düştü bugün neden bilmem, aklımda da ortaokuldan bi görüntü. görüntü anadolu lisesine sonradan eklenmiş binada. şimdi sonradan eklenmiş diince daa küçük bi bina gelmesin akla, gerçi ilk binayı bilseniz daha küçüü zor gelir aklınıza amma, her neyse, bu beş katlı, bizim önceki bina iki katlı, zaten hemen yanında birbirlerinin bunnar. yeni bina beş katlı olunca bol mekan haliyle çeşitli işlevsellikler için. bu binanın ilk katında panolar filan vardı; bu panoların birinde Çiçero'ya ait bi söylem mevcuttu, hatırlayamadım ben, neydi o ?

Cuma, Aralık 09, 2005


alıştım, karıştım ben sana; rüyamda görsem inanmam. evet, fona bunu koyunuz plz, saati4.20'ye doğru getiriniz yavaşça. evet evet, hakaten amma, beklemenize de gerek yok; saati değiştirin diyorum ya, ne fark eder zaten. sonra hiç bi şi düşünmeyin önce, tamamen hiç bi şi. tam 22 dakika hiç bi şi düşünmemeye çalışın, biliyorum ötesine geçmek zor bu çabanın, illa ki bi şi düşüneceksiniz ama bakalım bu uğraş içinde ne düşüneceksiniz. deney yapmıyorum lan, istek geldi gece gece, gelmedi de işin garibi, zorla ben getirdim. işte o yüzden ortamda beni kırcak biri yoktur diyorum. yapınız bunu ve aklınıza ne geldiyse; mümkünse hiç bi şi, yazınız. benim aklıma gelenler bunlar. bitti. .., şarkı bitsin diye bekledim, ama hakaten bekledim, o da bitti.

Çarşamba, Aralık 07, 2005

Kaçınılmaz

Yazamamak mutlulukla doğru orantılıysa eğer,
Yazamamak mı yoksa mutsuzluk mu yaşamaya değer?

Pazartesi, Aralık 05, 2005

Kırıkmış O Pusula

Elimde tutuyorum pusulamı, hoş kırık, tek bir yöne sabitlenmiş taşıyor beni ama o pusula benim pusulam. Gösterdiği yön Kuzey değil, Güney değil, yok yok Batı veya Doğu hiç değil. Umutsuzlukta kilitlenmiş. Olsun varsın, tüm yollar çıkmıyor muydu Roma'ya? Görelim bakalım neme ne birşeymiş beni Roma'da bekleyen.

Sen değilsin beni taşıyan sırtında, yada kaçan benden. Ben seni kovalamam ki... Ancak emir veren gönül oldu mu dayanamıyor insan, itaat kaçınılmaz oluyor bu gibi içsel durumlarda.

Durma diyorum sana, Durma! Koş, eğer varsa seni kovalayan, bunu hissediyorsan derinlerde ya da yetişceksen biryerlere, bekleniyorsan o yerlerde. Ama bekleme beni, sen başka kollara, başka yollara saparken, olmuyor bakamıyorum ben. Sen bakarken de ben, yapazdım zaten.

Kırık pusula elimde, kırık kalp göğsümde ilerliyorum geçmişten geleceğe. Ah olsan yanımda da görsen, ah görsen de anlasan neler düşünüyor insan. Bu acı benim acım. Kimse el etmesin, kimse dürtmesin parmağıyla. Bilirsin, saldırganım, tutamam kendimi sonra...

Pazar, Aralık 04, 2005

Pusula

Seviyor seni bu adam.

Var mıdır hala bunda bir mana, diyorsun "bilmem" çeviriyorsun kafanı ufka "sorma!" Yapmam... Sormam... Sen hiç korkma.

Sağımda paslı bir geçmiş, solumda bulanık bir gelecek. ön yok, arkamda göt.

Geç oldu... Yatmak lazım yarın beni yine tatmin edemeyecek yeni bir rüyaya, yeni bir sensizliğe uyanmak için...

Şimdilik elveda, ölüyorum bugünlük, ha bu arada, sakın sen yokken olmuyor düşüncelerim de sanma. Aşk böyle birşey, çalışsan da kapatmaya şalteri, olmuyor, boşuna uğraşma...

Cumartesi, Aralık 03, 2005

Eşek Öldüren Güneşi

Farkında değilsin, kimse değil. Ben? Ben bile değilim. Olamadım. Hayatımın en güzel, hayatımın en karmaşık, hayatımın en özel günleri sanırım geçti seninle. Haz duydum farkında olmadan her anımdan, her bakışından, her nefesimden senin kokunla dolu... Şimdi sigara dumanını çekiyorum içime, odamda bulunması eskiden sıradan olan senin kokun yerine.

Bakıyorum siyah beyaz hayata, bir damla yaş birikiyor gözümün çukurunda, tereddütle akamıyor aşağı, biriken yaşın oluşturduğu pirizmada kırılıyor ölgün ışık, gözümün içinde sahte renklerden oluşturuyor bir gökküşağı. Aynen hayaller gibi, boşuna?

Şiirsel saçmalıklar dökülüyor ağzımdan, yere çarpıp zıplayarak vucuduma saplanıyor keskin kelime uçları, çünkü onları benden başka fark eden, anlayan yok.

Hayatım kendini tekrar edip duran bir çember, sen o çemberi kaplayan varaktaki* parıltı. Gözümü alıyorsun, gönlümü, benliğimi, beni...

Sen, ki sen değilsin artık, tırmanıyorsun merdivenleri, kapımın önündeki holde duruyorsun. Ayaklarının ucundaki beton kıpırdıyor, hareleniyor kırmızı, turuncu ,sarı ve mavi halkalarla. Halkalar yayılıyor apartmanda, renklendiriyor gri tonlarındaki tabanı, duvarları ve tavanı.

Merdivene koyuyorsun bir ayağını, dalgalanıyor tüm bina ritmik bir edayla, çözmeye başlıyorsun tüm gücüyle bacağını sarmış bağcıkları. Karıncalanıyor görüntü, kan basıncı artık had safada. Arkandaki duvarkağıdının ölü renkleri canlanıyor yavaş yavaş, bir orkide açılıyor bembeyaz taç yapraklarıyla, hemen altında birkaç papatya.

Şehvetli bir akdeniz kadını gibi kıvrılarak ulaşıyor kokun burnuma, iki cümle geçiyor aklımdan, "işte yine o, işte yine kadınım..." Tüm hayat canlanıyor, ilk bahar gibi yavaşça süzülüyorsun canımın çekirdeğine, çiçek açıyor, piç** veriyor yüreğim.

Sonra kar başlıyor aniden, bencil rüzgar tüm süratiyle yolculuğa çıkıyor yeniden, yol olarak kullandığı yüreğimi, yeni çıkan sürgünlerimi umursamadan bır çırpıda eziyor. Şimdi dağlanmış kalbim ve ben, kalan son filizlerimle sarılmaya çalışıyorum hayata, çünkü odamdasın, çünkü yanımdasın... Acaba gerçek mi tüm bunlar? Olmaz... Olamaz... Kurmuyorum ki!

* Varak = Altın, gümüş veya başka madenler dövülerek oluşturulan ince, parlak yaprak.
** Piç = (botanik) Bir ana bitkinin çevresinde yeniden beliren sürgün ve filizler.

Cuma, Aralık 02, 2005

evvet; cim kedi de var!

Daha çok buyutec ısrarıyla ve 23:59'da benzeri muhabbetlere yorum yazamamanın acısıyla hoş geldin demek istiyorum kendisine, evet lan sana! cim kedi değildir aslında, o anlaşılması güç bi özentilik durumunun sonucudur; aslı kedi cim'dir, kedicim'e kadar da gider. Amma bu türde bi laubaliliği hoş karşılamayabilir, dikkatli olunuz, tırmalar. Gerçi tırmalaması miskin miskin uyumasından iyidir diğ mi; rüyalarının çeşitliliği vedde macera doluluğu yeterli bi bahane diil şahsi fikrim, zaten hatırlamıyo da. Kafasını okşayınca da bacaklarınıza sürtünür, hoşnutluğunu hissettirir bi şekil, arada denemenizi tavsiye ederim. Öyledir, böyledir cim kedi sonuç olarak, hoş gelmiştir.

Perşembe, Aralık 01, 2005

Çözüm

"Olmasaydı böyle...", "Yaşamasaydık" yada "Keşke" dememizin bir yararının kalmadığı, anlatının doruk noktasından düşüşe geçtiği o tek sayfalık kısımdayız şimdi.

Kitabın daha çok satması planlanarak, yazar denen o tanrısal varlığa yardımcı olmak için, "doruk" kısmında devreye girmişti duygularım... Ama yazar baktı ki olmayacak, bir yerlerde bitmeli bu hikaye, devreye sokmak zorunda kaldı ikinci kahramanı...

En azından esas oğlan tip değiştirmiş olsa da, esas kız yoluna devam ediyor, ve artık yazar kitabın son sayfasını da bitirip parça pörçük sayfaları bir araya getirip son kez okuyacak eserini... Baskıya yollamadan önce...

-Saygı duyulmayan bir şeyin baskıya gitmesine ne gerek var?, yazarı bile saygı duymuyorsa.. Özel kalan şeylere yapılır bu.


Kitap içindeki karakterlerin kitabın bütünü için bir şey düşünmesine mahal yoktur... Eski esas oğlan kitap için bir şey düşünemez yazar istemeden... Yazar zaten kendisini bir tip yerine koymamış eserinde... Tanrısal anlatıcı metodunu seçmiş kitabı kaleme alırken.

-Sorun da o ya zaten keşke karakterlerden biri olsaydı... Olsaydı da esas kızla birebir yaşayabilseydi.


Dedim ya... keşkeler söylendi, dualar bile edildi, ağıt da yakıldı… Ama hepsi kurmaca kaldı sanırım bu iki kalın kartondan kitap kapakçığı arasında. Hak ettik saygıyı, ya da etmedik... Sevdik, ya da sevmedik... Geçmişin hayaletleriyiz daktilo harfleriyle kazınmışız sayfalara... Can acıtsa da, okumak, tekrar tekrar okumak soluğumu düğümlese de...

Benim için iki esas kız vardı o kitabın sayfaları arasında, biri kitabın serim ve düğüm bölgeleri arasında sıkışıp kalan, daha fazla ilerleyememesine sebep olduğum esas kız, esas oğlanın, yani ilk esas oğlanın istemeden mahvettiği, acıtıyor beni bunu söylemek ama, gerçekten istemeden mahvettiği, esas kız. Hala bir şeylerini benimle taşıdığım kişi, hala sonsuz derecede saygı duyduğum kişi, dünya üzerinde herkesten ve her şeyden fazla değer verdiğim kişi... O gözleri parlayan, etrafa attığı her bakışta benim olan...

Benim için tanrısal yazarın o kitaba koyduğunu sandığım kişi... Çünkü ben kendimi hep esas oğlan sanmıştım. Ne kadar da tipik bir karakterim oysa...

Diğeri de, hepimizin tanıdığı, karakter değişimine, duygu değişimine, kısacası istekli veya isteksiz mutasyona uğrayan esas kız. İşte o esas kız, bugünkü konuşmalarımın muhatabı...

Neyse... Bırakalım da yazar rahat rahat görsün işini... Son noktayı koyup kitabın hitabet sayfasını yazsın... hiç bilmediğimiz hiç tanımadığımız insanlara hitab edilen bir romanda çiziktirilmiş tipler olmaktan ileri gidemeyelim bizde.

Bilinmez, belki adam bir cilt daha yazar... Kimler yer alır o ciltte, neler olur...

Bilinmez...

Yazarın yüce adaleti karşısında teslim olmaktan başka ne yapabiliriz ki ?

Çarşamba, Kasım 30, 2005

Saat kaç ?

Şımarıyorum. O kadar şanslı hissediyorum ki kendimi, kendimden geçiyorum. Sonra aniden bi zaman dilimi kalınlaşıyo, kaskatı kesiliyo. O zamana geldiğimde dağılıyorum, çarpmanın etkisi sonrasında da devam ediyo. Ellerimle önümü kapatır buluyorum kendimi. Bazen farkedene kadar iş işten geçiyo. Bunu farkedince hızlanıyorum, kaybettiğim zamanı telafi etmek için, ama böyle olunca çarpmanın etkisi daha hızlı oluyo, çünkü zaman hiç homojen değil, ben bunu öğrenemiyorum. Bi kısım zamanın üstünde atlayıp geçmek istiyorum, gözlerimi kapatıyorum o zaman, kalınlaşmış parçanın ortasında uyanınca, hep tekrar kapamak istiyorum gözlerimi. Sonra oyunumu oynuyorum; tam önüne gelince o zamanın, durup bekliyorum, bazen inceliyo o zaman, elimi kolumu sallayarak geçip gidiyorum. Bazense bekleyişler çok uzun sürüyo, o kadar uzun süren bi bekleyişten vazgeçmek daha zor, o kadar yakından çarpmak daha acılı oluyo. Bazen de yeterince beklediğimi sanıyorum ama erken oluyo, öyle olursa uzun süre o kalınlığın içinde hapsoluyorum .

Saat kaç ?

Salı, Kasım 29, 2005

ben, sigara dumanının altında

Çünkü dertli değilken sigara içmek, sigaraya ihanettir.

Dengeli sistemleri sevmem, sistem dediğin değişken olucak, uçlarda dolaşıcak, ama bi uçta takılıp kalmıcak. Akvaryum severim mesela, yem vakti balıkların ben akvaryumun neresine istersem orasına doluşmalarını severim. Her seferinde hayal kırıklığına uğratmayı severim. Tabi hafıza süreleri hayal kırıklığına vakit bırakmıyodur. İzmaritin gittikçe yassılaşmasını sevmem, esnekliğini severim. Yassılaştıkkça elimde çevirir, dudaklarımla da sıkıp diğer doğrultuda yassılaştırırım. Bi dahaki nefeste tekrar diğer. Türküm, deliyim, çelişkenim.

Ve son zamanlarda daha sık ihanet eder oldum.

Tam da nefes içimdeyken birinin güldürmesini sevmem, güldüren de o sırada güldüğünden, sigarayı açık ağzından içeri sokup damağında söndüresim gelir. Dumanın tamamını çıkaran o ikinci nefesten sonra güldürenleri çok severim. Yeterince güzellerse sevişebilirim kendileriyle. Dumanı çekme anında sigaranın kendisini severim, tüketimin tam hızlandığı noktayı. İçerken esen rüzgarı sevmem, hemen küser arkamı dönerim.

Başkasının dumanından gelen kokuyu çok severim, dumanı çıkaranı gidip öpme isteğimden gocunmam. Açık havada daha güzel kokar o duman. Odaya sinmiş duman kokusunu sevmem, kendi parmağıma sinmiş dumanı severim, şayet hava sıcaksa. Soğuk havada içmeyi sevmem. Biriyle beraber içmeyi çok severim. Beraber içtiklerimi de içmediklerimden daha çok severim, içenler arasında ayrım yaparım, kim aynı markayı içiyosa onu daha çok severim.

Mümkünse oturarak içmeyi severim. İçerken uğraştığım işi daha çok sever daha güzel yaparım. Yürüyerek içmeyi sevmem. Yanımda benle içen biri yürüyosa başka. Onu da sigarasını da çok severim, gerektiğinde bağrıma basarım.

Bırakıcak olmayı çok severim, olmasam çok üzülürüm. Bıraksam, bıraktığıma yine üzülürüm. Ayda bi tane içmeye devam ederim. Bi yerden bedava gelicek olmasına dayanamam, teklifine hayır demem.

İçiyo olmayı hiç sevmem, başlamamış olmayı çok severim.

Sigara zaten ya, sevilmicek gibi değil ki.

keşke

aptallığın en uç noktası karşındakini aptal yerine koymak, kendi aptallığını farketmeden. amma en kötüsü bunu tam da karşı tarafın en zayıf olduğu noktada gerçekleştirmek. aslına bakarsan durum kendi aptallığının sonucu da olsa, ve bunu farkedememek de aptal hissettirse de insana, değil ya, dürüstlük kabullenmesi yapılıyo bi zaman, sonrasında sorgulamaktan vazgeçiyo insan, böyle olmaması da zor olurdu. en çok koyan, uzlaşılamayan noktalarda yapılan fedakarlıklar olur herhalde, üff, ne zor ya. etrafımdakileri üzenlerden, hem de böyle göz göre göre, artık oha dedirte dedirte, nefret ediyorum. olmasalardı keşke. keşke.

Pazartesi, Kasım 28, 2005

Şehirlerarası II

Morsun.

Mor, doğuda Beyaz Rusya sınırındaki Chernihiv şehrinde ölümün rengi. Depresyonun, bunalımın rengi.

Sen morsun, ama ölmüyorsun. Depresyonda mısın? Bilmiyorsun…

Camdan arabanın içine dolan uğultulu rüzgar arabanın bağırışlarını duymanı önlüyor biraz, ama yine de morsun. bir şeyler yapman gerektiğini düşünüyorsun.

Gerisi önemli değil...

Pazar, Kasım 27, 2005

abcdghijklmnoprstuvyz. gerisi nerde?


bay aksi! kaç gün oldu görmedim gene, bari bi kaç kelime yaz diğ mi, ama yok, bu durum beni çok sinirlendirdi, daa fazla yazamiğciim; peki.
öyle bitmek üzre sigaranla geçtin karşıma, ben de yakamıom yenisini, beraber içemicez die. etrafında zıp zıp zıplamak istiyorummm, bak şuan senle koşturmak istedimdi ben, sen, .. yoksun.
yemek yapıyorum, acba hissedip gelir misin?
acıktım. hay aksi!

Cumartesi, Kasım 26, 2005

Şehirlerarası I

Katilsin.

Kramatorsk yolunun en sol şeridinde arabadasın, bastığın gaz pedalı arabaya batıyor. Araba bağırıyor, sen basıyorsun… Sen bastıkça o biraz daha bağırıyor, bu iş hoşuna gidiyor. Siyah göz bebeklerin yavaş yavaş koyu kızıla dönüşürken dikiz aynasından arkandaki sonsuz şeritli boş yolu görebiliyorsun. İşte yine yoldasın, umursamıyorsun, ilk kez olmuyor bu. Arkanda bıraktın oyma ve boşaltma işlemini yaparken kullandığın bıçağı, çıkardığın şey ona saplı bir vaziyette, hala sıcak, hala atıyor. Boş bir göğüsle verandada yatan kurbanın, içinde tutacak resmi olmayan bir çerçeve gibi manasız. “İçinde köşesi kıvrılmış, nemden ve uzun süreli kötü muameleden rengi sararmış bir fotoğraf olmasından daha iyiydi bu.” diye karşı çıkıyorsun vicdanına. O seni dinlemiyor. Sen konuştukça gözlerini kaçırıyor, seni dinlemediğini belli etmek, artık susmanı istediğini göstermek için göğüs kafesine birbiri ardına binlerce yumruk indiriyor. Yumrukların sende yaptığı etki, sabah kalktığında yaktığın ilk sigaranın tazelenmiş ve oksijene muhtaç ciğerlerinin üst kısmında yaptığı etkiden farksız. Aniden asılıyorsun frene. Duruş mesafesi 35 metre…

Açık camdan içeriye yanmış tekerlek ve balata kokuları giriyor. Flaşlar patlıyor kafanın içinde, patlayan her flaş başka bir fotoğrafı çekip alıyor geçmişten, ve atıyor kapalı gözlerinle gözkapaklarının arasına. Yolun yan tarafında koca bir tabela Kramatorsk’a bir saat on beş dakika kaldığını belirtiyor. Yolun karşısında ise aynı tabelanın Kremenchuk ile alakalı olanı bulunuyor, ibare aynı, bir saat on beş dakika, ama sen, sana doğru bakan diğer tabelayla ilgilendiğin için bunu fark etmiyorsun. Kremenchuk ile ilgili olan tabela kırılıyor bu duruma, ve kısalarak kayboluyor. Bir flaş daha patlıyor, göğsünde hala hissedebildiğin bir baskıyla son flaşın gözlerinin önüne getirdiği sahneyi inceliyorsun. Sen, o, orası… Turuncu bir oda, sönmek üzere olan birkaç mum. Elinde fotoğraf makinesiyle dikiliyorsun. Arabanın içindeki parmağınla hayalinin içindeki fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmaya çalışıyorsun, olmuyor. Hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette arabanın kavrama noktasını bulmaya çalışıyorsun. Araba bağırıyor, seni üstünden atmak istercesine silkeliyor, sonra kaymak misali altında uzanan yolda bir inşaat işçisinin margarin üzerinde bulduğu, ve çekerek aldığı uzun bir saç teli gibi ilerlemeye başlıyor…

Çarşamba, Kasım 23, 2005

Sıradan Bir Gece Masalı

Odamda yalnız başıma, uğuldayan bir mağaranın korkunç sessizliğini dinlercesine rahatsız oluyorum.

Duvarlar birbirleriyle konuşurken alabildiğine mutlu fotoğrafın çekiyor dikkatimi. Ay kadar beyaz yüzünü gösteren, bir kahverengi çerçevenin sınırlarını çizdiği, siyah beyaz bir fotoğrafın bu. Bir bebeğin gözleriyle bakıyorsun bana, uykudan uyanmış gibi kısık, yorucu bir gece geçirmiş gibi şiş. İşlevselliği hiç düşünülmeden sadece estetik kaygılarla yerleştirilmiş sanatsal yüzündeki her parça.

Gözlerini korumuyor kirpiklerin ve kaşların. Sadece mükemmeli oluşturmak için gelmişler bir araya. Elmacık kemiklerinin üzerinde toplanan narin yüz kasların, ince ve fotoğrafta cansız bir griyle amatörce taklit edilen dudaklarının köşelerini yukarıya çekmiş. Çenenin pürüzsüzlüğüne delicesine, en az benim kadar bağlı olan alt dudağın biraz aşağıya kaymış, sadece bu gülümsemeye dişlerini de ortak ederek sanatsal hazzı had safhaya ulaştırmak için. Kulağının yan tarafına gelmiş sağ elin. Kazağın, parmaklarının ikinci boğumuna kadar kıskanmış kolunu, kapatmış korur, kollar ve onunla sevişir gibi.

"Zamanın eğri çarkından kurtulmak ve yine aynı zamanın oluşturduğu inanılmaz boşlukta özgürce seyahat etmek mümkün olsaydı" diyorum “giderdim o ana, tekrar görebilmek için hazin gerçeği".

Fotoğrafına bakmaya devam ediyorum, cıva gibi ağırlaşan ve beni yatağıma mıhlayan akşamın çöküşünde. Yüzünü sadece yazdığı kitabın tanıtımında gördüğüm bir adam çıkıyor kitaplığımdaki aralıktan "...tek kurtuluş var, o da ölüm. Ölümü düşünen biri için ölmek değil, düşünüp de bunu yapamamaktır en büyük acı." diye fısıldıyor kulağıma. Hiç bir düşünce dindirmiyor yası, hiç biri yok edemiyor fiziki olarak değil ama fiilen ölenlerin ızdırabını...

Salı, Kasım 22, 2005

siyah

Siyaha boyanmış o gün. Çıldırmış olmalı biraz da, bilinmez. Kırk yılda bir başa gelir zaten, geldi mi de ürpertir, buz gibi. Sırılsıklamdır aslında, farketmez. Düşünmüyo da değildir, ama öyle böyledir işte, kısmetsizlik.

Atkısı boynunda mı baktı bi, rüzgar hoşuna mı gitti o an ne. Sıradan bi hareketlilik etrafta, başını hafif öne eğip, başladı yürümeye. Ayağının altından kayıp gidiyodu be sanki yol, sımsıcak. Değildi, yanılıyodu, olup bitene aldanıyodu ha bire. Aslında o değildi, hele o, hiç değildi. Sıkıldı birden. Geri döndü. Atkısı kalktığı bankın üzerinde duruyodu, ya gene mi, hep kendini kandırıyodu. Gitti, yanına oturdu.

Uzundu saçları, siyahtı, simsiyah. Üzerinde incecik bi gömlek wardı yeşil, çorapları çizgiliydi. Kendi kendine sarılmış yürüyodu, elinde bi kağıt, sıkıca tutmuş. Saçları rüzgara direnmezken ne güzeldi, elleri saçlarına dokunurken.. Önüne bakarak yürürken, tam yanına gelince durdu, ona baktı. Geldi, yanına oturdu.

Bi an bile düşünmedi, atkıyı alıp boynuna doladı. Ama elinde tutuyodu hala kağıdı sımsıkı, önüne bakıyodu hala, sessiz.

Gidiyodu işte. Bi kaç cümle daha, bi kağıt parçası ve biraz daha paylaşabilmek hüznü yanyana, o kadar. Kağıdı bıraktı oturduğu yere, gitti.

Rüzgar acıtıyodu artık. Atkısına baktı yanında mı diye. Kağıdı katlayıp koydu cebine, okumak değil, yazısını görmek bile zordu. Soğuktu, çok. Gittiği tarafa baktı, yoktu. Daha da soğudu. Artık o da yoktu, kendini bıraktı olduğu yere, gitti.

Pazar, Kasım 20, 2005

Gece

Kapkaranlık bir gecede, çıktın sen karşıma
Gecemi aydınlatıp, ulaştık yarınlara
Bir bakıştı gözlerinden, güneşimi yaratan
Bir aydınlıktı sözlerin, ruhumu canlandıran

Kalınca bir kitaptın, okudukça bitmeyen
İçi dolu bir şişe, içtikçe sonu gelmeyen

Derin mavi okyanus, bakışlarında gizli
İncecik kara bulutlar, okyanusumu saklayan
Bulutların ardında, ufukta bir yakamoz
Yakamoza doğru giden, küçük, ufak bir yelken, ben

Yelkenimi sürükleyen, aklımdaki fırtınalar
Yağmurun olup yağan, gözlerimdeki şu damlalar

Pazar, Kasım 13, 2005

Geldim

Geldim de niye gittim, nası geldim bilmiyorum.

Biliyorum da hayal meyal işte, hastayım ki, hissetmiyorum. Başım ağrıyo biraz, daha iyiye gitsem de hala kötü, alarm veriyorum. Sınav yarın, iyi değil, çalışamıyorum, başım ağrımasa da çalışsam azcık. Perşembe de tekrar sınav var, ödever, projeler neyi ne zamana nasıl yaparım hayal bile edemiyorum. Bu gidişle okul da uzar. Alarm veriyorum.

Çalışmak istemiyorum hiç, saatlerce uyudum galiba iki gün önceden beri, azıcık uyanık kaldım ama hala uykum var, uyumak istiyorum. Mümkünse bir kaç yıl.

Çalışmam lazım, çalışamıyorum, gidiyorum.

geliyorum

Ben zaten biliyordum. Gelince gitmek zor, arka planda büyüyüp duran özlem göz ardı edildiğinden katlanmak ancak mümkün yokluğa. Yokluk dediysem; öyle bi varlık ki, o yüzden öyle bi yokluk... Tarif etmek zorunda değilsen en güzeli, özlemişim lan besbelli, evet. Ne kadar erteleyebilirsin ki, hayat yolları birleştirdiği gibi ayırmayı da bildi mi, salı gün sınav var iyi mi, zor bi veda olacak ama sabah. Sabah olacak ve ben bıkmadığım bi yere döneceğim gene, özlemiş olacağım ama kavuşmak daha çok mümkün olduğundan göz ardı etmeden iyice büyütebildiğim, istedim mi besleyebildiğim bi özlem. Özledim, siz de özlediniz ama di mi, özleyin plz. Gittim,

geliyorum.

Salı, Kasım 08, 2005

otobüste yazalım mı bazen de

Otobüsteyim. Yazmak zor biraz ama beklemek de zor, yazmak istiyorum feci. Duyguyu analiz etmek zor olsa da, bu istek geldi mi durdurulmamalı. Daha önce de geldi başıma, gene otobüste, kağıt kalem yokken yanımda, bu defa yeşil, küçük bir defter ve gene O’ndan aldığım kalemlerden biri…

Düşünüyorum, kulağımda güzel sesler… İzmir’e dönmek güzel bir duygu, yenilenmiş bir potansiyel oluşturuyor uzaklaşmak. Sahip olmaya az kalmışken ama tüketmeye de başlamamışken çok şey güzel zaten. Bu arada kulağımdaki sesleri sıraya koymalıymışım, ruh halimi fazlaca dalgalandırıyor; ‘adam’, ardından ‘rus kozmonotları’, olacak iş değil!

Uzun zamandır hissetmediğim bir duygu var içimde, adını koymamı bile zorlaştırıyor işte geçen zaman. Zaten ‘space-dye-vest’ çalıyor, belki de gitmiştir o duygu, bilemedim. Durdum, şarkıyı dinliyorum.



Köyceğiz’deyiz, bu kaçıncı mola ya yeter artık ama. Saat 14:25, pazartesi. Şarkı bitmedi daha derken bitti. Otobüsün plakasını merak ettim iyi mi, inip bakmaya üşenirim be manyak mısın. 6. Cadde’yi geçen yaz bulmuştum öyle demolarını filan, sevmiştim sonra albümünü bulmuştum. Adamlar İzmirliymiş bilmiyordum, hatta ev arkadaşımın şuan Amerika’da olan eski ev arkadaşının erkek arkadaşı Emre, bizim eve çok gelip gitmiş filan. Ne önemi var di mi, olsun ben kendi kendime mutlu oluyorum, kulağımda 6. Cadde =) Zaten eski ev arkadaşı da değil yani tam olarak, Amerika’dan dönünce ‘biz’de kalacak o da, tek sorun ben kalamayacağım belki ‘onlar’da.

Köyceğiz hakkaten bir köyceğiz, resmiyette ilçe olsa da. Şirindir ama böyle Köyceğiz Gölü filan… Otobüs terminaline giden yol alttan geçiyor böyle, bilmem anlatabildim mi, köprü gibi diğer üstteki yol, oldu mu, neyse işte, ay zaten bunları anlatmama gerek var mıydı emin değilim, köprünün altında yolun kenarları duvar böyle, bir sürü yazı var, ‘unforgiven’ yazıyor birinde, ortaokulu anımsattı, şarkı yoluyla tabi.

Kulaklıkları çıkartsam Candan Erçetin duyacağım, bunu nerden mi biliyorum, ehehe, çıkartmadan da duyuyorum =)

Yoruldum. Muğla’ya kadar yazmayacağım. Ama Remo Han var Köyceğiz’i biraz geçince, yoksa hala Köyceğiz mi burası, her neyse, atlar filan, çiftlik gibi burası baya, ben atları çok severim.

Muğla’ya bir 20 dakika var daha. ‘i’ ve got to see you again’ çalıyordu, belirtmeden edemedim. İsterim gerçekten, en yakın zamanda.

Liseyi burada okudum ben. O sırada Dalaman’ da oturuyorduk, bu terminal o zamanları hatırlatıyor bana, şimdi İzmir-Fethiye. Muğla gitmek istediğiniz her yerin yürüme mesafesinde olduğu, ilçelerinin gelişmişliği altında ezilmiş, şirin bir şehir. Ve ‘sing’, çok güzel oldu bu şarkı ya, o zamanlar beraber dinlerdik hep, başka birini hatırlatması imkansız bu şarkının, radyoda çalsa birbirimizi arardık filan. Özledim. Lise Muğla’nın hemen girişinde, Pembe Köşk! Yok ama İzmir’e gidiş tarafında. Görkemli bir binadır, yani Muğla şartlarında. Hatta tabuda ‘görkemli’ kelimesi var ya, eski kelimeler ama, aklıma Pembe Köşk gelir hep, her neyse. Liseden bahsetmişken, bölümdeki tek lise arkadaşıma selamlar ;)

Muğla’dan çıktık, Pembe Köşk’ e baktım son bir kez, yatakhanemin penceresine özellikle, nedense. Daha 3 saat var. ‘silent all these years’dan sonra kalan zamanı kim bilebilir, 1 gün 3 haftadan hesapla. Tori Amos da Radikal’in hediyesidir bana, hatırlayan vardır belki takip edenlerden, bir cumartesi ekinde anlatmıştı baya. Ay yazmak çok zorlaştı, yollar mı bozuk acaba. Devam ederim sonra.



Az kaldı artık. Otobüsler özlemler için geçiş bölgesi gibi. İzmir’i ve İzmir’dekileri özlemeyi bırakıp, ailemi ve evimi özlemek vakti yaklaşıyor. Şuan her ikisi de mevcut bünyede, hem İzmir’e olan dinmedi, hem de bıraktıklarımın özlemi başladı bile.

Ama düşünmek için güzel işte bu yönüyle, çevresel etkenlerden daha bağımsız gibi nedense. Düşünüyorum da, ne garip aslında içinde bulunduğum hareketlilik hali. Günün sabahında annemin hazırladığı kahvaltının sesiyle uyanıyorum-kahvaltının sesi olur bilirsiniz, diğer öğünlerden farklıdır-akşamına yarına info ödevi yetiştirme çabasında olacağım odamda. ‘nerde akşam, orda sabah’ dedi otobüste çalan şarkı, komik oldu =) Her neyse, otobanda yazmak daha kolay olsa da, o kadar da kolay değil, “otobanda yazmak” ne ya. Hem akşam oldu, ışık da yetersiz, 18:05 saatler. Bu arada yazmadığım sürece ‘taxi’ diye bir film izledik otobüsçe, etrafımdakilerle işteş fiiller kullanabilme süremi doldurmak üzereyim nihayet. Özledim ya, altı üstü 5 gün oldu ama özledim İzmir’i, İzmir’deki hayatımı işte. İyi ki dönüyorum, neredeyse döndüm.