Cuma, Aralık 30, 2005

Neydik, Ne Olduk?

Image Hosted by ImageShack.usFakir beyinlerde umuttuk, övünç olamadan utanç olduk. Dışımıza dokunamadan içimizi vurduk. Tüm karmaşada basit bir düzen, adi bir oyunduk. Kurallar adil zannettik de oklara hedef bile olamadık, kurda kuşa yem olduk. Dolduramadan kirlettik kadehleri de hevesler kursakta bakıp bakıp yutkunduk.

Hayallerimizle kanatlarımızı kırdık, kozlarımızı yaktık. Yıkık, dökük, virandık. Elde kalan kırıklardan medet umduk, kesildik. Kan tıkadı boğazımızı, bağırdık, sesimiz çıkmadı. Kapıyı pencereyi kapadık da bacadan medet umduk. Göremeden ışığı, dumanlarda boğulduk.

Mert sandık kendimizi, namerde muhtaçtık.

İçimizdekinin kıymetini bilemedik, ayaklar altında çiğnedik, ucuz sofralara meze ettik. Yükte hafiftik, pahada hafif olduk. Bilemediğimize uzattık elimizi, anlamadığımız bırakmadı peşimizi. Yürümeden koşmaya kalktık, kalkamayan yatalak hastaydık.

Aynı nehirden çok kere geçtik de bir yıkanıp arınamadık.

Biz neydik ki ne olduk?

Hezeyanlara geldik, hüsran olduk. Birbirimiz olalım dedik, kendimizi unuttuk. Açamadan solduk, tutamadan bıraktık, ölemeden yaşamaya kalktık. Mal olduk, salak olduk, lüzumsuzduk. Onu sildik, seni görmedik, sen olduk, ben olduk da bir türlü biz olamadık. Allah bin türlü belamızı versin.

Pazar, Aralık 25, 2005

-

E F
CIM KEDI
KOTU
O

İyiniz gök, kötünüz yerdi de kötüyle bir mi oldunuz? Siz de var mısınız?

--

Evde misafir vardı ve kanal değiştirme şansım yoktu. ATV açıktı, bir atom ziyanının sunuculuunu yaptığı "Ya Şundadır Ya Bunda" diye bir program. Kısa bi kısmını da olsa izledim.

Sunucu bi kızın başını eğmiş, bir delikten içeri sokmaya çalışıyor, deliğin diğer tarafında da bir adam delikten çıkmış başı öpmeye çalışıyor. Bu delikten çıkmış baş öptürme hadisesine porno sitelerden aşinayız da o denli aleni olmasın deyip biraz modifiye etmişler sanırım.

Beni asıl afallatan o değil. Sunucu, bir konuğun getirdiği Alman çikolatasını kırıp kırıp izleyicelere atarken kapışanları izledim. Kendisine düşecek çikolata parçasını kapmaya çalışan hemen yandaki insan nasıl büyük bir tehditti o insanlar için. Bir parça çikolata için insanları nasıl birbirini düşman gibi gördüklerini düşündüm. Aklıma tarihi boyunca onurunundan taviz vermemekle övünen Türk milleti geldi. Karşımda ekrandakiler. Bir parça Alman çikolatası. Afalladım.

Daha fazlasını isterseniz program her akşam varmış aynı kanalda.

Bunlar olup bitiyor. Aklını kaçırmış izole bir grup var orda. Bir toplumdan bu programı izleyebilecek bir kişi çıkması yeterince üzücü, üzerinde düşünmeye değer bir durum. O kanalınsa o saatte bir kaç milyon kişinin izlemeyeceği bir programı yayına koyacağını zannetmiyorum. Sakıncalı.

Cumartesi, Aralık 24, 2005

Harikalar Diyarından Bir Cuma Kesiti

Dün, akşam saatlerinde, bir grup kadın ve erkek her zaman gittiğim kafelerden birinde oturmuş sohbet etmekteydi.

Kadınlardan biri koynundan çıkarıp avuçlarına alarak uyumak istediği sıska kalbinden bahsetti, adamlardan biri onu onarcasına gülümseyip başka bir konuya geçti.

Kendisini yavru bir köpeğe benzettiğini söyledi, kadınlardan hiç biri bu benzetmeyi ilk aşamada anlayamadı, bu durumda adam açıklamaya başladı, “yavru köpekler” dedi, “sıcaklık ararlar, kalp atış sesi, bir ten dokunarak uyumak için, işte ben de öyleyim.” Tüm bunları söylerken çırılçıplak, beyaz bir çarşafın üzerine uzanmış eklim püklüm cenin pozisyonuna geçmiş ergin bir erkek geldi gözlerinin önüne, bu kendisiydi.

Kadınlar hep birlikte bu durumu anladıklarını belirtircesine gözlerini önlerine eğerek konuşmaya katılan başka bir kadını dinlemeye başladılar. Ancak aralarından bazıları benzetmeyi saçma bulurken bazıları konuşan adamın az sonra kendilerini taciz etmeye başlayacağından korkarak çekingen kaldılar. Aralarından biri, o konuşmaya başlayan kadın, tümünden farklı düşünüyordu, çünkü kendisinin iki adet yavru köpeği olmuştu geçmişte. Biri, anlattığına göre, ilk zamanlarda ailesinin eve almasını yasakladığı, geceleyin çaktırmadan odaya alındığında kadının karnında uyuyan yavru, diğeri ise, kadın küçükken amcasıyla birlikte dışarıda yattığı zamanlarda koynuna girip sıcaklığını hissederek huzur içinde uykuya dalan ikinci yavruydu. İşte onu tümellikten özelliğe iten, adam konuştuktan sonra söyleyecek söz bulabilmesini sağlayan da buydu.

Duvarların çıtırdamasına, saatin her zamankinden fazla acı çekip feryat figan içinde işlevini sürdürmesine neden olan kısa bir sessizlikten sonra konu değişti. Adamlardan biri acıdan bahsetti, onun merkezini çekim kuvveti olan bir gezegene benzettikten sonra karşısında oturmakta olan kadınların gözlerine odaklamaya çalıştı bakışlarını, zira bu konuyu daha ciddi olan safsatalar sınıfına sokacaktı. Elindeki sigara paketi bir anda acının merkezi olmuştu, onu masanın ortasına koydu, bu sefer küllüğü eline aldı, küllüğü atmosferin sınırına benzetti, ve göreceli bir biçimde sigara paketinden bir miktar uzağa yerleştirdi, böylece anlamlandıramayan bakışlar atıldığında olabildiğine manasız gözüken bir şema çıkarmıştı ortaya. Son olarak çakmağı aldı kadınlardan birinin elinden, bu acıya maruz kalan birey olacaktı. Çakmağı önce sigara paketinin etrafında döndürdü, atmosferin içinde yörüngeye girmiş bir gök cismi geldi gözlerinin önüne, çekimin burada çok yoğun olduğundan bahsetti, sonra yavaş yavaş sigara paketinden uzaklaştırdığı çakmağı kül tablasının bile ötesine götürdü. Çok zeki göründüğünü hissederek “gördünüz mü bakın, çekim azalıyor” dedi ve ekledi “işte, acı da böyledir, merkezden uzaklaştıkça sizi çekmez olur.” Son harfler ağzından çıkarken karşısındaki kadınların ilgisini çektiğini görerek haz duymaya başladı.

O sırada, kadınlardan biri, adamın elinden aldığı, sigara paketinin etrafında yörüngesel hareketler yaptırarak konuyu pekiştirmeye çalıştığı çakmakla çok mutlu görünüyordu.

Bir adam, ki bu adam ne zaman bir müzik kutusunun cızırtılı sesini duysa ağlamak isterdi, gitmeleri gerektiğini hatırlattı, çünkü kadınların öyle istediğini düşünmekteydi. Kadınlar onu onadı. Her kadının koluna bir adam girdi, ancak adamlardan biri boşta kalmıştı. Üzüldü, ezildi ama söyleyecek hiç bir şey bulamadı. Birkaç adım arkadan takip etti önünde ilerlemekte olan çiftler topluluğunu. Ben, onları uzaklardan izlemekten yorulmuş gözler ve tanrısal duyum gücümle, elinden alınmış şekeriyle ortalarda kalan çocuklar gibiydim yine.

Perşembe, Aralık 15, 2005

Ağrı Kesici

İkinci kat kafe sıradan bir mekan, biz de sıradan insanlar… Ben, Emre ve onun daha önce hiç görmediğim iki arkadaşı oturmuş sıradan konuşmalar çevirmekteydik, maksat muhabbet. Akrep yelkovanı, yelkovansa akrebi sürekli kovalamaktaydı. En son yelkovana baktığımda akrebi saat 12:00’den beri dördüncüye yakalamış olmasına rağmen hala ısrar etmekte ve akrebin üstünde durmaktaydı… 4:20…

Bir garipliktir başlamıştı, ki bu gariplik soğuk bir şekilde hissettiriyordu kendisini, önce “hava biraz soğuk galiba” sesleri yükseldi arkadaşlardan, sonra “dondum be, burada ısıtma sistemi çalışmıyor herhalde” dedi Emre… Dışarıdan gelen, bir farenin duvarın içini oyarken, bir yılanın kuru yapraklar ve dallar arasında kıvrılırken çıkardığı ses gibi bir çıtırtı dikkatimi çekti. Tabii ki merak ettim ve cama yönelttim bakışlarımı. Hava o kadar soğumuştu ki, çok büyük bir gürültüyle koca bir bulut donup caddeye, yoldan geçmekte olan insanların ve arabaların üzerine düşmüştü aniden. Emre ile göz göze geldik, tam “Sende gördün mü? Lanet olası bulut insanları ezdi!” diyecekken fark ettim, ortamda benden başkası bu olayı görmemiş ve duymamıştı… Kimisi çaylarını yudumlamaya, kimisi ise satranç oynamaya, muhabbet etmeye devam ediyorlardı… Kelimeler düğümlendi boğazımda, bir anda dördüncü boyuta geçmiştim sanki, diğer insanlardan kopmuş hissettim kendimi… İnsanın iliğine işleyen soğuğu artık tüm bedenimde hissetmeye başlamıştım. Donup insanları ezen bulutun mantığını çözmeye çalışırken, tam yanımdaki camda oluşmaya başlayan buz örtüsüne ilişti gözüm. Cam 5 saniye içerisinde aşağıdan başlayarak yukarıya doğru tamamen dondu. Bu arada camın sağ üst köşesinde buzdan bir yazı belirdi “ -39 derece” ve kayboldu. Hangi harikalar diyarıydı burası? Soğuk iliklerime işlemişti ve o sırada oturduğumuz odanın tavanı köşelerden dışarıya doğru kıvrılmaya başladı. Soğuk büzüştürüyordu tavanı… Artık insanlara baktığımda gördüğüm şey az öncekinden çok daha farklıydı. Heykellerdi her biri, çok gerçekçi gözüken gri bedenli cam gözlü heykeller. Olaylar o kadar hızlı gelişmekteydi ki ben sesimi bile çıkartamıyordum, sanki ben de o cam gözlü heykeller gibi donmuştum soğuktan ama ben görebiliyor ve hissedebiliyordum. Sonra düşünmeye başladım, aklıma bir anda yıllar önce buzdolabına bir su şişesi koyarken annemin bana söyledikleri geldi… “Buzluğa dolu şişe koyma, koyarsan patlar”, sonra bu cümleleri Eskişehir’le özdeşleştirdim, şehrin altı sıcak su kaynaklarıyla doluydu ama dışarıdaki soğuk tahminimce onları da dondurmuştu… Donan suyun hacmi genişlemişti ve asfaltı zorlamaktaydı ve korkarım biraz sonra Eskişehir gökyüzünde olacaktı… Son bir hamleyle oynatabildim kafamı, güm diye vurdum önümdeki masaya…

Kafamı derin bir nefes alarak kaldırdım, odamda, yatağımdaydım. Camım açık kalmış ve camdan içeriye giren rüzgar perdemle dans etmekteydi, rüzgar perdemden sıkıldı, masamın üzerindeki fotoğraflara yöneldi, biraz onlarla oynadı havaya kaldırdı, aşağıya indirdi ve nihayet onardan da sıkılıp yere attı… Odam ilgisini çekmemişti ve kaybolup gitti. Küskün perdem hareketsizleşti. Dışarıda küçük bir fırtına vardı. Çakan şimşekler odamı aydınlatıyor ve bana az önce gördüğüm rüyayı unutturmaya çalışıyorlardı. Tuvalete doğru ilerledim, yüzümü yıkadım kafamı kaldırıp aynaya baktığımda bir anda ikinci kat kafede gördüğüm cam gözlü insanlar geldi aklıma. Midem bulandı kusmaya başladım…

Kafamı kaldırdım, cam gözlü insanlar geldi aklıma, aynaya baktım, yüzümü yıkadım yatağıma gidip kafamı yastığıma gömdüm.

Kafamı kaldırdım, önümde bir masa vardı yanımdaki cam donmuştu ve yukarıdan aşağıya çözülmeye başladı, çözülürken üzerindeki yazı dikkatimi çekti “-39 derece”. Camın çözülmesi yaklaşık 5 saniye sürdü. Çözülmekte olan buzlu cama bakarken yerden bir buz kütlesi havalandı ve altından insanlar, arabalar çıktı. Hava artık ısınmaya başlamıştı. Bulunduğum yerde Emre ve onun iki arkadaşı vardı. Daha önce onları görmemişim. Onlardan biri “önemli değil” dedi ve o önemli değil diyen arkadaşa, ağzımdan bir hap çıkarttım, teşekkür ederek uzattım. “Bende ağrı kesici var, al bunu yut çok sağlam” diyerek aldı ve çantasına koydu hapı, ben “Başım çok ağrıyor beyler, ağrı kesicisi olan var mı?” dedim en son…


Geçen kıştan deneysel bir çalışma...(Yeniden düzenleme - baskabisi)

Cumartesi, Aralık 10, 2005

mor menekşeyle karşıdan karşıya,..metroyla.

eve gelirken mor menekşe aldım. şuan da ona bi bakış fırlattım ister istemez; çok tatlı ya, görmelisiniz. özellikle tomurcuklarının olması çok heyecanlandırıyo beni. ya aslında mor mu tam bilemedim, maviye kaçık gibi. bunları güneş ışığından uzak tutmak lazımmış, haftada bi su veriomuşuz, yaşayıp giderlermiş bi ihtimal uzun süre. ya zaten ben ne kadar yaşıcam acba bu evde, çok zor lan, hiç istemiom gitmek falan, allah götürmesin.

bi de karşıdan karşıya geçmek için metroyu kullandım, çok da memnun kaldım. ve diyorum ki, metro yıkılsa da yakılsa da, günün birinde hava ulaşımı başlasa da kısa mesafeler için de, metronun o kısmı baki kalmalı ya, ben öyle istiyorum, okkadar!

bi de aklıma Çiçero düştü bugün neden bilmem, aklımda da ortaokuldan bi görüntü. görüntü anadolu lisesine sonradan eklenmiş binada. şimdi sonradan eklenmiş diince daa küçük bi bina gelmesin akla, gerçi ilk binayı bilseniz daha küçüü zor gelir aklınıza amma, her neyse, bu beş katlı, bizim önceki bina iki katlı, zaten hemen yanında birbirlerinin bunnar. yeni bina beş katlı olunca bol mekan haliyle çeşitli işlevsellikler için. bu binanın ilk katında panolar filan vardı; bu panoların birinde Çiçero'ya ait bi söylem mevcuttu, hatırlayamadım ben, neydi o ?

Cuma, Aralık 09, 2005


alıştım, karıştım ben sana; rüyamda görsem inanmam. evet, fona bunu koyunuz plz, saati4.20'ye doğru getiriniz yavaşça. evet evet, hakaten amma, beklemenize de gerek yok; saati değiştirin diyorum ya, ne fark eder zaten. sonra hiç bi şi düşünmeyin önce, tamamen hiç bi şi. tam 22 dakika hiç bi şi düşünmemeye çalışın, biliyorum ötesine geçmek zor bu çabanın, illa ki bi şi düşüneceksiniz ama bakalım bu uğraş içinde ne düşüneceksiniz. deney yapmıyorum lan, istek geldi gece gece, gelmedi de işin garibi, zorla ben getirdim. işte o yüzden ortamda beni kırcak biri yoktur diyorum. yapınız bunu ve aklınıza ne geldiyse; mümkünse hiç bi şi, yazınız. benim aklıma gelenler bunlar. bitti. .., şarkı bitsin diye bekledim, ama hakaten bekledim, o da bitti.

Çarşamba, Aralık 07, 2005

Kaçınılmaz

Yazamamak mutlulukla doğru orantılıysa eğer,
Yazamamak mı yoksa mutsuzluk mu yaşamaya değer?

Pazartesi, Aralık 05, 2005

Kırıkmış O Pusula

Elimde tutuyorum pusulamı, hoş kırık, tek bir yöne sabitlenmiş taşıyor beni ama o pusula benim pusulam. Gösterdiği yön Kuzey değil, Güney değil, yok yok Batı veya Doğu hiç değil. Umutsuzlukta kilitlenmiş. Olsun varsın, tüm yollar çıkmıyor muydu Roma'ya? Görelim bakalım neme ne birşeymiş beni Roma'da bekleyen.

Sen değilsin beni taşıyan sırtında, yada kaçan benden. Ben seni kovalamam ki... Ancak emir veren gönül oldu mu dayanamıyor insan, itaat kaçınılmaz oluyor bu gibi içsel durumlarda.

Durma diyorum sana, Durma! Koş, eğer varsa seni kovalayan, bunu hissediyorsan derinlerde ya da yetişceksen biryerlere, bekleniyorsan o yerlerde. Ama bekleme beni, sen başka kollara, başka yollara saparken, olmuyor bakamıyorum ben. Sen bakarken de ben, yapazdım zaten.

Kırık pusula elimde, kırık kalp göğsümde ilerliyorum geçmişten geleceğe. Ah olsan yanımda da görsen, ah görsen de anlasan neler düşünüyor insan. Bu acı benim acım. Kimse el etmesin, kimse dürtmesin parmağıyla. Bilirsin, saldırganım, tutamam kendimi sonra...

Pazar, Aralık 04, 2005

Pusula

Seviyor seni bu adam.

Var mıdır hala bunda bir mana, diyorsun "bilmem" çeviriyorsun kafanı ufka "sorma!" Yapmam... Sormam... Sen hiç korkma.

Sağımda paslı bir geçmiş, solumda bulanık bir gelecek. ön yok, arkamda göt.

Geç oldu... Yatmak lazım yarın beni yine tatmin edemeyecek yeni bir rüyaya, yeni bir sensizliğe uyanmak için...

Şimdilik elveda, ölüyorum bugünlük, ha bu arada, sakın sen yokken olmuyor düşüncelerim de sanma. Aşk böyle birşey, çalışsan da kapatmaya şalteri, olmuyor, boşuna uğraşma...

Cumartesi, Aralık 03, 2005

Eşek Öldüren Güneşi

Farkında değilsin, kimse değil. Ben? Ben bile değilim. Olamadım. Hayatımın en güzel, hayatımın en karmaşık, hayatımın en özel günleri sanırım geçti seninle. Haz duydum farkında olmadan her anımdan, her bakışından, her nefesimden senin kokunla dolu... Şimdi sigara dumanını çekiyorum içime, odamda bulunması eskiden sıradan olan senin kokun yerine.

Bakıyorum siyah beyaz hayata, bir damla yaş birikiyor gözümün çukurunda, tereddütle akamıyor aşağı, biriken yaşın oluşturduğu pirizmada kırılıyor ölgün ışık, gözümün içinde sahte renklerden oluşturuyor bir gökküşağı. Aynen hayaller gibi, boşuna?

Şiirsel saçmalıklar dökülüyor ağzımdan, yere çarpıp zıplayarak vucuduma saplanıyor keskin kelime uçları, çünkü onları benden başka fark eden, anlayan yok.

Hayatım kendini tekrar edip duran bir çember, sen o çemberi kaplayan varaktaki* parıltı. Gözümü alıyorsun, gönlümü, benliğimi, beni...

Sen, ki sen değilsin artık, tırmanıyorsun merdivenleri, kapımın önündeki holde duruyorsun. Ayaklarının ucundaki beton kıpırdıyor, hareleniyor kırmızı, turuncu ,sarı ve mavi halkalarla. Halkalar yayılıyor apartmanda, renklendiriyor gri tonlarındaki tabanı, duvarları ve tavanı.

Merdivene koyuyorsun bir ayağını, dalgalanıyor tüm bina ritmik bir edayla, çözmeye başlıyorsun tüm gücüyle bacağını sarmış bağcıkları. Karıncalanıyor görüntü, kan basıncı artık had safada. Arkandaki duvarkağıdının ölü renkleri canlanıyor yavaş yavaş, bir orkide açılıyor bembeyaz taç yapraklarıyla, hemen altında birkaç papatya.

Şehvetli bir akdeniz kadını gibi kıvrılarak ulaşıyor kokun burnuma, iki cümle geçiyor aklımdan, "işte yine o, işte yine kadınım..." Tüm hayat canlanıyor, ilk bahar gibi yavaşça süzülüyorsun canımın çekirdeğine, çiçek açıyor, piç** veriyor yüreğim.

Sonra kar başlıyor aniden, bencil rüzgar tüm süratiyle yolculuğa çıkıyor yeniden, yol olarak kullandığı yüreğimi, yeni çıkan sürgünlerimi umursamadan bır çırpıda eziyor. Şimdi dağlanmış kalbim ve ben, kalan son filizlerimle sarılmaya çalışıyorum hayata, çünkü odamdasın, çünkü yanımdasın... Acaba gerçek mi tüm bunlar? Olmaz... Olamaz... Kurmuyorum ki!

* Varak = Altın, gümüş veya başka madenler dövülerek oluşturulan ince, parlak yaprak.
** Piç = (botanik) Bir ana bitkinin çevresinde yeniden beliren sürgün ve filizler.

Cuma, Aralık 02, 2005

evvet; cim kedi de var!

Daha çok buyutec ısrarıyla ve 23:59'da benzeri muhabbetlere yorum yazamamanın acısıyla hoş geldin demek istiyorum kendisine, evet lan sana! cim kedi değildir aslında, o anlaşılması güç bi özentilik durumunun sonucudur; aslı kedi cim'dir, kedicim'e kadar da gider. Amma bu türde bi laubaliliği hoş karşılamayabilir, dikkatli olunuz, tırmalar. Gerçi tırmalaması miskin miskin uyumasından iyidir diğ mi; rüyalarının çeşitliliği vedde macera doluluğu yeterli bi bahane diil şahsi fikrim, zaten hatırlamıyo da. Kafasını okşayınca da bacaklarınıza sürtünür, hoşnutluğunu hissettirir bi şekil, arada denemenizi tavsiye ederim. Öyledir, böyledir cim kedi sonuç olarak, hoş gelmiştir.

Perşembe, Aralık 01, 2005

Çözüm

"Olmasaydı böyle...", "Yaşamasaydık" yada "Keşke" dememizin bir yararının kalmadığı, anlatının doruk noktasından düşüşe geçtiği o tek sayfalık kısımdayız şimdi.

Kitabın daha çok satması planlanarak, yazar denen o tanrısal varlığa yardımcı olmak için, "doruk" kısmında devreye girmişti duygularım... Ama yazar baktı ki olmayacak, bir yerlerde bitmeli bu hikaye, devreye sokmak zorunda kaldı ikinci kahramanı...

En azından esas oğlan tip değiştirmiş olsa da, esas kız yoluna devam ediyor, ve artık yazar kitabın son sayfasını da bitirip parça pörçük sayfaları bir araya getirip son kez okuyacak eserini... Baskıya yollamadan önce...

-Saygı duyulmayan bir şeyin baskıya gitmesine ne gerek var?, yazarı bile saygı duymuyorsa.. Özel kalan şeylere yapılır bu.


Kitap içindeki karakterlerin kitabın bütünü için bir şey düşünmesine mahal yoktur... Eski esas oğlan kitap için bir şey düşünemez yazar istemeden... Yazar zaten kendisini bir tip yerine koymamış eserinde... Tanrısal anlatıcı metodunu seçmiş kitabı kaleme alırken.

-Sorun da o ya zaten keşke karakterlerden biri olsaydı... Olsaydı da esas kızla birebir yaşayabilseydi.


Dedim ya... keşkeler söylendi, dualar bile edildi, ağıt da yakıldı… Ama hepsi kurmaca kaldı sanırım bu iki kalın kartondan kitap kapakçığı arasında. Hak ettik saygıyı, ya da etmedik... Sevdik, ya da sevmedik... Geçmişin hayaletleriyiz daktilo harfleriyle kazınmışız sayfalara... Can acıtsa da, okumak, tekrar tekrar okumak soluğumu düğümlese de...

Benim için iki esas kız vardı o kitabın sayfaları arasında, biri kitabın serim ve düğüm bölgeleri arasında sıkışıp kalan, daha fazla ilerleyememesine sebep olduğum esas kız, esas oğlanın, yani ilk esas oğlanın istemeden mahvettiği, acıtıyor beni bunu söylemek ama, gerçekten istemeden mahvettiği, esas kız. Hala bir şeylerini benimle taşıdığım kişi, hala sonsuz derecede saygı duyduğum kişi, dünya üzerinde herkesten ve her şeyden fazla değer verdiğim kişi... O gözleri parlayan, etrafa attığı her bakışta benim olan...

Benim için tanrısal yazarın o kitaba koyduğunu sandığım kişi... Çünkü ben kendimi hep esas oğlan sanmıştım. Ne kadar da tipik bir karakterim oysa...

Diğeri de, hepimizin tanıdığı, karakter değişimine, duygu değişimine, kısacası istekli veya isteksiz mutasyona uğrayan esas kız. İşte o esas kız, bugünkü konuşmalarımın muhatabı...

Neyse... Bırakalım da yazar rahat rahat görsün işini... Son noktayı koyup kitabın hitabet sayfasını yazsın... hiç bilmediğimiz hiç tanımadığımız insanlara hitab edilen bir romanda çiziktirilmiş tipler olmaktan ileri gidemeyelim bizde.

Bilinmez, belki adam bir cilt daha yazar... Kimler yer alır o ciltte, neler olur...

Bilinmez...

Yazarın yüce adaleti karşısında teslim olmaktan başka ne yapabiliriz ki ?