Pazartesi, Kasım 06, 2006

bugün



Günaydın!

Uyanmayı küçümsüyoruz, uyandığına, hem de sevdikleriyle uyanabildiğine şükretmeli insan. Ben ettim, sizi seviyorum.

Günlükler sabah yazılmalı, insanın güne başlarken hissettikleri de kayda değer değil mi? Günün sonunda muhakemesini yapıp ortaya koymak da bazı açılardan değerliyse de, arada kaynayıp giden ayrıntılar da önemli sanki be.

Metro 5 dakikada 1 07.30-08.30 arasında, vapur 07.55'te var, olmadı 08.10. Evden ya 07.35'te çıkmak lazım ya da 07.50'de.

Ben artık metro+vapur olayına girdim, yukarıda anlattığım şekliyle uygulamaya geçirebildiğim zamanlarda(2. versiyon başarıyla uygulandı bugün) işe geç kalmıcam. Evet bunları hesapladım, rahatladım.

Çünkü geçen gün vapuru bi dakikadan bile az bi zamanla kaçırıp 15 dakika daha beklemek zorunda kaldım. Oysa zaten çoktan geç kalmıştım. Bi de vapuru kaçırmak acayip bi şi, kaçan bi şeye göre çok yakın bi kere, sinir bozucu.

Tevfik hocanın babası vefat etmiş, dün ya da cumartesi. Üzüldüm, baş sağlığı dilemek isterdim aslında, du bi telefonunu aliim bağri, Rahşan Hanım'ınkini de bulabilseydim olurdu, ama olmuyo o, Zeki Müren bizi göremio, oyzden.
...
İnsanın babasının ölmesi çok acayip bi şi. Aradım az evvel. "Güzel bi yaşam sürdü ama" dedi. Kaçınılmaz olanın tek tesellisi bu herhalde. Sevdikleriyle uyanamamış birini duymak ve hatta onunla konuşmak beni biraz sarstı bu başlangıcın üzerine. Başları sağ olsun.

Hayat gerçekten çok acayip bi şi dostlar, mutlu olmanın daha çok yolunu icat etmeliyiz belki de. Ya da mutsuz olma kriterlerimizi gözden geçirmeliyiz daha kolayı. Bilmiyorum ama hergün kıymetli, bunu hergün farketmek de mümkün olsa keşke di mi. Yazdım bi kenara, buyrun burdan edin.

Güzel şeyler diliyorum,
bitmedi,

Perşembe, Ekim 26, 2006

* * *

Peki dedim, sonra ne olacak? Sonrasına karışma dedi. Nasıl karışmam dedim, en çok benimle alakalı. Ama acıtırsa en çok beni acıtır dedi. Bir şey demedim.

Sırtını döndü, bir kaç dakika içinde de uyudu.

Dışarıdan olağan dışı bir gürültü geliyordu. Pencereyi hafifçe aralayıp sağa sola baktım sesin nereden geldiğini anlayabilmek için. Pencerenin önüne doğru hızla yuvarlanan şişe büyükçe bir taşa çarpıp tuzla buz oldu. İrkildim, yatağıma döndüm. Ama bütün gece gözümü bile kırpmadım. O da tedirgindi, sık sık uyanıp etrafı dinledi.

* * *

O evdeki son günü olduğunu biliyordu, daha eve gelirken hissetmişti bunu, bile bile gelmişti gene de. Nedenleri aramayı bırakalı çok olmuştu lakin, buldukları anlamsız oluyordu hep nasılsa, hayat hepsinden öte nedenler üretmekten geri kalmıyordu. Evet acıtıyordu, ama dayanıyordu. En çok bunu anlayamıyordu, bu kadar acı ve boşluk varken, neden hala yaşamaya devam etmek isterdi ki insan, bilmiyordu. Cevabının olmaması için fazla cüretkardı soru belki. Ama belki de sadece sıradandı, yani hep böyle olurdu işte, ondan.

Elinde bi bavul olması da alışkanlıktandı sadece, yoksa evde kalan eşyaları yıllardır evde olan ve ihtiyaç duymadığı, duymayacağı bi kaç parça döküntüydü sadece. Ardına bakmadan uzaklaştı hızlı adımlarla, bi kaç adım gerisinde kırılan cam sesini duydu, adımlarını sıklaştırdı.

* * *

O şişelerin içine gemi koyuyorlar ya, onu düşünüp durdum bütün gece. Nasıl yapıyorlardı acaba, biri anlatmıştı nasıl olduğunu; ama kim anlatmıştı, nasıldı hiç hatırlamıyordum. Uyandırıp soracaktım O'na neredeyse, ama biliyor mu bilmiyordum. Uyandırmaya kıyamadım desem yalan. Uyandığını hissettiğim zamanlarda da O uyandığını hissetirmek istemediği için farketmemiş gibi davrandım, sormadım.

* * *

İçinde bi burukluk hissetti o şişeyi fırlatınca, elindeki bavuldakileri almaktansa yanına, o şişeyi almak isteyeceğini çok iyi biliyordu, belki de o yüzden ardından fırlattı, onu incitmek için biraz, ama biraz da unutmak için. Olmadığı zamanlarda şişenin içindeki gemiye baktıkça umut dolardı içine, bir gemi getirirdi onu uzun bir zaman geçse de aradan, mutlaka gelirdi. Ama bu defa sondu, biliyordu.

* * *

Uyandığında güneş yeni doğuyordu, pencereden dışarı baktı, neden olduğunu anlamadım ama koşarak çıktı odadan. Annesine seslendi, bağırıyordu hatta, duyduklarımdan anladım ki gitmişti, içten içe sevindim burdan kurtulmasına, gizlice gittiğimi hayal ettim kendimin de. Yanıma ne alırım diye düşündüm, aptalca bi ayrıntıydı aslında, ama en çok O'nu sevdiğimi anladım bi kez daha bu evde, gitti diye değil, daha önceden de biliyordum, o şişeyi her görüşümde O'nu nası özlediğimi hissediyordum, onu alırdım yanıma evet, gidebilsem onun yanına giderdim.

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Uyuyorsun

Saten nevresim takımları içine gömülmüş çıplak bedenin. Yüzünü görüyorum. Pürüzsüz teninle kaplı boynun ellerimin arasında. Şah damarın mors alfabesiyle şehvet sözcükleri fısıldıyor avucuma. Uyuyorsun. Saçların yayılmış krem rengi yastığın üzerine. Ağzında yavrusunu taşıyan timsah dikkatiyle yapıyorum her hareketimi. Elimi kaldırmadan boynundan kulağına doğru sürüklüyorum. Parmaklarımın kulağına temasıyla irkiliyorsun. Uyuyorsun. Parmağım tüm kulağını okşuyor kendi rızasıyla. Yüzünde ancak güneş doğarken görülebilecek bir çiğ tanesinin saflığını taşıyan bir gülümseme belirip kayboluyor.

Kaskatı kesiliyor ellerim, parmakların hareketsizleşiyor. Nefesin okşuyor boynumu, yastığın üzerinden kaldırıp omzuma koyduğun başın hareketsizleşirken elin göğsümün üzerinden vücuduma mutluluk pompalıyor…

Tüm hayatımı değiştirdin. Ruhumu, kalbimi benden aldın ve sonra uykuya daldın.

Uyuyorsun ve ben hala elini tutuyorum.

Kendi kendine uyanmanı beklerken uykuya dalmaktan korkuyorum…

Hissetmiyor musun, sabah oldu!

Hissetmiyor musun?

Hissetmiyor…

Boynun tekrar ellerimin arasında ve sen o kadar sessizsin ki!

Boynun hala ellerimde, gözlerin tavana dikilmiş…

Boynun ellerimde, ısırdığın dilin mor bir halı gibi sarkıyor ağzından…

Boynun ellerimde… Şah damarın…

Şah damarın???

Cuma, Haziran 23, 2006

Tac

Koşarak çıktı kapıdan. Bir çırpıda karşıdaki yola ulaştı. Bir süre geçemedi karşıya. Kocaman arabalar süratle geliyor ancak hiç birisi onu fark etmiyordu. Elini cebine attı bir kez daha. İşte hepsi ordaydı, tamı tamına iki lira yirmi beş kuruş.

Yüzünde nicedir unuttuğu bir ifade vardı. Babasını son görüşünden hatırlayabilirdi hafızası elverseydi. Ve gidişinde –gidiş ve terk edişin farkını anlayamayacak kadar küçük yaştaydı henüz- arkasından bakarken nasıl da bambaşka bir hal aldığını yüzünün. Annesinin de o günden sonra güldüğünü görmemiş, gülmeyi tümden unutmuştu.

Babasından sonra eski sandıkların birinden çıkardığı dikiş makinesini odanın bir köşesine yerleştirdi annesi ve o makine geceler boyu işlemeye başladı. Çöp kutularından bulduğu kırık dökük eşyalarla oyuncak diye oynamadığı zamanlarda, odanın bir köşesine siner annesini izlerdi. Annesi tüm gün bir sepetten yırtık, sökük erkek donlarını alır, makineden geçirip diğer sepeti doldururdu. Bir yandan artık ağzından hiç düşürmez olduğu türküsünü mırıldanır, bir yandan ince ince gözyaşlarını salıverirdi solgun yanaklarının üzerine.

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler”

O donlar makinenin kocaman iğnesinin işlediği iplikle değil, annesinin göz yaşlarıyla dikilirdi. O da mahalledeki ağabeyleri gibi büyüyüp sosyete çarşısında salınan kokanaların cüzdanlarını çantasından aşırabilecek yaşa gelince, dikiş diktirmezdi elbet annesine. Geleceğe dair kestirebildiği tek planı buydu.

Haftada iki kez evden çıkardı annesi. Çarşamba ve Cuma akşamüstleri. Semt pazarının kurulduğu günler. Akşamüstü tezgahlardan mallar indirilir, satılamayan kokmuş, çürük sebze ve meyveler yollara dökülünce; annesinin de evin üç günlük erzakını çıkarma mücadelesi başlardı. Kimi zaman yalvara yakara, kimi zaman tezgahtarların itip kakmasına aldırış etmeden ama asla yılmadan toplardı yavrusunun yiyeceğini. Yolda birkaç dükkana uğrar, diktiği donları verir, yırtıkları, sökükleri yüklenir gelirdi. Dönüşte de oğluna o günkü hasılat iyiyse elli, yoksa yirmi beş kuruş verirdi.

***

Karşıya geçince tekrar cebini yokladı. Para hala ordaydı. Adımlarını hızlandırdı, gözlerini yerden hiç ayırmadan yürümeye devam etti. Yolun sonundaki dükkana girdi. Dükkan sahibi de onu fark etmedi ama o alışkın olduğundan önemsemedi. Cebinden bir yirmi beşlik çıkarıp tezgahına üzerine yavaşça iki kez vurdu. Dışarıda yabancı kimseyle konuşmamasını sıkı sıkı tembihlemişti annesi.

Dükkan sahibi döndü ve onu gördü. Yüzü ekşidi. Kaşlarını çatıp “ne var” dedi. Onu daha önce de birkaç kez dükkanın önünden geçip içeriyi yoklarken görmüş, kapkaççı veletlerden veya üç kuruş için yalvar yakar dilenen pis çingenelerden sanıp kovalamıştı. Bu sefer içeri girip bir şeyler anlatmaya çalışmasına ise aslında şaşırmış, ama belli etmemişti.

Parmağıyla bir kadın başının peruğunda takılı olan tokayı gösterdi. Muhtemelen bir zamanlar o sosyetik kadınlardan birinin başını süslemiş, şimdiyse her nasılsa bu dükkana düşmüş,eskimiş bir bez parçasıydı daha çok. Ama onun gözünde muhteşemdi ve annesinin başında bir kraliçenin tacı gibi duracaktı. Kim bilir ne çok yakışırdı. Sık sık saçları önüne düşerdi annesinin dikiş dikerken. O da oflaya puflaya saçlarını geri atar, ancak bir türlü orda tutmayı başaramazdı. Arada bir, bir yerlerlerden paket lastiği bulup saçına geçirdiği olur, ancak gür saçları lastiği hemencecik yırtardı.

Şimdiyse artık bir tokası olacaktı ve rahat rahat oturabilecekti makinesinin başında. Adamın sormasına fırsat vermeden parayı gururla cebinden çıkarıp uzattı. Adam kendisine uzanan küçücük avuca zorla sığmış parayı aldı ve dikkatlice saydı. Bir yandan “Fakir piçler! Zaten dilencilikten başka ne bilirsiniz?” diye söylenirken bir yandan tokayı çözdü ve uzattı.

Şimdi dükkanın önünde, yüzünde kocaman bir gülümseme, elindeki tokasına bakıyor ve kahramanlığını kutluyordu. Tokayı güneşe doğru kaldırdı. Üzerindeki simler öyle parlaktı ki gözleri kamaştı. İşte tam o sırada sırtında iki darbe hissetti. Dizleri boşandı ve yere kapaklandı. Sımsıkı kapamıştı tokayı tuttuğu avucunu ancak ayasından başka bir şey hissetmiyordu. Başını kaldırdı. Kendisinden büyük iki çocuğun koşarak uzaklaştıklarını gördü. Annesinin tacı, kısa boylu olanın elinde sallanıyordu.

Başı yere yapıştı. Gözyaşları şimdi avuç içinden bir daha asla ayrılamayacak olan parmaklarını, yerlerine dikmekle meşguldü.

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Kadın, Satiradam ve Yoldan Geçenler


Ukrayna’dan alınmış yeşil çakmakla, Kıbrıs’tan alınmış tane Coffee Creme’ini yaktı. İçine çektiği dumanın her santimetreküpünde birbirlerine çarpım halinde bulunan karbon monoksit atomları ciğerlerine yapışıp ona mazoşist bir zevk veriyordu. Küçük nikotin saçıntıları yapıştıkları hücrelerle etkileşime geçiyor ve zevki “misli” ekini kullanabileceğimiz kadar arttırıyordu. Normalde beyaz olan hücreler nikotinle etkileşime geçer geçmez önce kızarıyor, sonra morarıyor ve son olarak da koyu bir kahverengiye dönüşüyordu. Değişim görülmeye değerdi.

Bir çekim daha aldı purosundan, diyaframı elinden geldiğince durdurmaya çalıştı onu, tabii bu mücadele sırasında küçük bir öksürük bulduğu fırsatı değerlendirerek adamımızın boğazından yukarıya çıktı ve ağzına bakan kadının gözlerinde zuhur oldu.

“Çok yaşa!” dedi kadın.

“Zaten çok yaşayacağım” diye geçirdi adam içinden. “Öksürdüm…” dedi düşüncelerini gizleyerek.

Ses çıkarmadı kadın, kafasını önüne eğdi. Mide ve bağırsak duvarlarından kanına karışmakta olan liserjik asidin çıkardığı emilme sesini dinliyordu. Gözenekçiklere sürtünen asit parçacıkları tutuluyor ve akıl almaz bir hızla kılcal damarlara yönlendiriliyordu. Kılcal damarlara girmeyi başaran yabancı madde vücudun öz pompası tarafından kromozomlara ve beyne götürülüyordu. Koca bir kütle olan beynin görüşle alakalı kısmına hücum eden parçacıklar kırmızıları daha kırmızı, yeşilleri daha yeşil yapmakla kalmıyor, aynı zamanda üzerinde dikilmekte olduğu halının sabit bir frekansla dalgalandığını hissetmesini sağlıyordu.

“Üzerime oturmalısın” dedi yatak.

Sandalye altında kıpırdandı.

Bu sırada az önce elinde puro tutan adam mızıka çalan bir satire dönüştü.

“Aaa!” dedi kadın

“Hı?” dedi satir.

“Yoo” dedi kadın

“Yaa!” dedi satir.

“Ne oluyor yahu?” dedi purolu adam.

“Çok kalabalık burası” dedi kapı.

“İllallah!” dedi kadın ve gözlerini kapadı.

Adam, tetrahidrokanibal etkisindeki beyni ilgisiz bir hal almasını sağladığından, kadını umursamadan kızarık gözlerini devire devire altındaki minderlere uzandı. Purosunu kül tablasına bırakmayı unutmuştu. Gözlerini kapadı, bir anda kendini papatyalar arasında koşuşturup duran onlarca çıplak hippinin arasında buldu. Gökyüzünde mor bulutlar, ufuktaki eflatun ağaçlarla birleşip, sarı papatyalarla yeşil çimenler de bu peyzaja katıldığında adam “evet, galiba uyudum” diye geçirdi içinden. Kafasını sağ taraftaki hippilere bakmak için çevirdi ve onların arasında John Winston Ono Lennon’u gördü. Elini havaya kaldırdı, Lennon’a doğru salladı. Fark edilmişti! Çok sevindi ve zafer işareti , parmakları arasında yanmakta olan puroyu serbest bırakan bir zafer işareti yaptı. Yavaş çekimde battaniyelerin arasına düşen puro küçük kıvılcım saçıntılarını her tarafa yaymıştı…
………………………………………………………………………………..

“Uyuşturucu öldürür!” dedi Emin.

“Bırak ya, hiç bir şey olmaz.” dedi Rüstem

Bu arada içinde iki insan kebabıyla cayır cayır yanmakta olan müstakil bir evin yanından geçiyorlardı…

Cumartesi, Haziran 17, 2006

Şeref

- Şerefe!
- Ne kadar oldu?
- Boş ver şimdi! Kadeh kaldırıyorum, görmüyor musun?
- Şerefe, şerefe…
- Bugün 10. gün.
- Alışabildin mi bari?
- Hep içerde değildik ya!
- …
- O değil de, orada bir adamla tanıştım. Benden bir hafta önce salıverildi, onu bulmam lazım.
- Hayrola?
- Hayır… Bir hikaye anlatıyordu, yarım kaldı.
- Allah Allah!
- Bilmiyorum, sadece… çok ilgimi çekti, sonunu duymak istiyorum.
- Nasıl bir hikaye bu?
- Senin ilgini çekmez, adamın bir arkadaşının hikayesi.
- Yahu anlatsana, merak ettim şimdi.
- Tamam anlatıyorum. Ama hayal kırıklığına uğrarsan sorumluluk kabul etmiyorum.
- Olsun olsun, sen anlat.
- Şimdi bir kız varmış, adamın arkadaşı. Adına Esin mi dedi Esra mı dedi tam olarak hatırlamıyorum.
- Nasıl bir kızmış bu?
- Hafif esmer, keyif verici maddeler kullanan bir kız.
- Ne mesela?
- Esrar falan…
- Ot mu?
- Sen ot de ben esrar diyeyim, işte o malzemeyle ilintiliymiş, esasında hikayenin bununla bir alakası yok.
- O zaman neden söyledin?
- Cezaevinde tanıştığım adam, neydi onun adı... Hah, Özkan, malzeme satarmış, oradan kalmış aklımda.
- Malzeme mi satarmış?
- Malzeme… Torbacı işte.
- …
- Neyse, Gürol adında bir müşterisi varmış bu adamın, epey de samimilermiş, gel zaman git zaman bu Gürol bir hatun göstermiş adama, nasıl arzuladığını, o hatuna neler yapmak istediğini falan söylemiş durmuş. Kızla muhtelif kafe ve barlarda birbirlerinin gözleri içine bakıyorlarmış zaten.
- Kesişiyorlarmış?
- Evet… Bu bahsi geçen hatun da az önce anlattığım kız.
- Esra?
- Esra ya da Esin… Önemi yok. Özkan bıkmış adamın yakınıp durmasından ve sonunda çenesini bir şekilde kapatmaya karar vermiş. İşte, olay da bu kararın sonrasında gelişmeye başlamış… Şerefe!
- Şerefe!
- …
- Eee! sonra?
- Özkan üç kızla aynı evde yaşıyormuş, bu kızlarla eğlenmeye karar vermişler ve kafaları iyiyken bir diskoya gitmişler. Tesadüfe bak ki bizim Emel’de oradaymış.
- Emel kim?
- Aman, Esra işte! Neyse, Özkan barın arkasında iki barmen ve üç arkadaşıyla sohbet ediyormuş. Sonra bizim Esra bara gelmiş, Esra’nın yaklaştığını gören barmen hemen votka redbull hazırlamaya başlamış.
- Niye? Başka bir şey yok muymuş içecek?
- Varmış olmasına da kız aylardır aynı mekana gelirmiş ve hep votka içermiş.
- Anladım… Bu da bir aşinalık yaratmış tabi.
- Kız, “Bir bira alabilir miyim?” demiş barmenin kulağına. Barmen ufak bir şaşkınlık yaşamış, votkayı barın altındaki tezgaha bırakıp dolaptan bir bira açıp vermiş. Kız teşekkür edip barı terk etmiş.
- Patladı mı votka bir taraflarında?
- Hah işte, o votka bir taraflarında patlamasın diye hemen diğer barmen atlamış, “Sen bu votkayı kimseye satamazsın” gibi içerisinde bolca iddia içeren bir cümle sarf etmiş. Tabi diğer barmen zıtlık psikolojisinin de etkisiyle “Satarım, ve hatta ben bu votkayı bu kıza satarım”
- Hangi kıza?
- Esra’ya. Başka kızdan bahsettik mi zaten?
- …
- Gecenin ilerleyen saatlerinde kız bara gelmeye ve bira almaya devam etmiş, bu arada bizim barmen çocuk onu votka içmeye ikna etmeye çalışsa da başarılı olamamış. Sonra kız yine bara gelmiş, barda oturan adamlardan birinin kadehini gösterip “Bu kadehin içinde ne var?” diye sormuş, “Hangi kadehin” diye cevaplamış barmen, “İşte şu yeşil olan” diyerek parmağıyla işaret etmiş kız.
- Votka mı varmış?
- Evet, yeşil votka varmış! Votka olur mu hiç, Green Devil kokteyli varmış.
- Ee, Green Devil’in içinde zaten votka yok mu?
- Her şeyi de bilirim diyorsun yani?
- …
- Neyse, hatun bu içkiden istediğini söylemiş barmene, barmenin yüzü gülmüş, hemen torpilli bir kokteyl hazırlamış, tabi bu kokteyl için önceden barın altındaki tezgaha koyduğu votkayı kullanmış. Hazırladığı kokteyli kıza uzatmış, kız kadehi kaldırmış, ufacık bir yudum almış kadehten, tam da bu sırada barın arkasındaki ahaliden bir alkış kopmuş.
- Alkış mı?
- Evet, iddiaya girmişti ya iki barmen, o yüzden.
- Ne iddiası? Neyine girmişler bari?
- Bilmiyorum, anlatmadı o kadarını. Ama bu kadar yaygara koptuğuna göre… Sen hesap et.
- Ee?
- “Ee”si bu vesileyle Esra’yla Özkan ilk defa konuşmaya başlamışlar. Kız Özkan’ların gruba sorgulayıcı gözlerle bakınca Özkan da fırsattan istifade muhabbet kurabilmek için durumu falan anlatmış kıza. Öyleydi böyleydi derken Özkan’ın ev arkadaşları, Özkan ve Esra birlikte takılmaya başlamışlar. Gece ilerlemiş, muhabbet gırla gidiyor. Bu arada bizim Özkan bu hatunun Gürol’a ilgi duyduğunu öğreniyor.
- Gürol kimdi?
- Anlatmıştım ya, şu Özkan’ın müşterisi, başının etini yiyen…
- Haa!
- Yaa…
- E o zaman oldu bu iş. Hemen arasaymış ya Gürol’u.
- Şerefe!
- Esra’nın şerefine!
- Özkan’ın ev arkadaşlarından biri, adını hatırlamıyorum, Gürol’un eski sevgilisiymişmiş. Bu hatunla bizim Esra muhabbeti iyice koyultmuş. Gecenin sonuna doğru, saat iki, iki buçuk civarı hatun Esra’yı kendi evinde takılmaya devam etmek için davet etmiş.
- Esra da kabul etmiş tabii?
- Evet, kabul etmiş ve bunlar hep birlikte yeri konusunda hiçbir fikrim olmayan Özkan’ların evine gitmişler.
- Yerini bilsen ne değişecek ki?
- Laf lafı açmış ve konuşurlarken Özkan Gürol’a bir oyun oynama fikri ortaya atmış. Bu fikir herkesin aklına yatmış, zaten kafaları da çok güzelmiş. Plan şuymuş, Esra Gürol’u arayacak, sonra Gürol’u şu anda oldukları eve davet edecekmiş. Sözde Gürol bu evi bilmiyormuş ve eve geldiğinde adamın yüzünün aldığı hali görüp bol bol güleceklermiş.
- O neden o?
- Esra var o evde, bir de eski sevgilisi. Düşünsene neredeyse hiç tanımadığın ve arzuladığın kızın biri seni gecenin üçünde arayıp davet ediyor. Bilmiyorum, bana ilginç geliyor bu durum. Tüm arzuların kabarıyor ve o hatunla buluşmaya gidiyorsun, sonra bir anda baam! O da nesi! Eski kız arkadaşın çıkıyor karşına.
- Hakikaten boktan bir durum… Ben o açıdan bakamadım.
- Boktan olduğu kadar da ilginç esasında. Sonra arıyor adamı Esra, diyor ki “Ben Esra, seni gördüm beğendim” falan filan, “saat üç buçukta istasyonun önüne gel.” Anlaşma böylece yapılıyor.
- Allah Allah!
- Bizim hatunun o saatte yalnız dışarı çıkması uygun görülmüyor, ve Özkan’da onunla birlikte çıkıyor. Kafaları bir milyon bunlar istasyona varıyorlar. O sırada elektrik direklerinden birine bağlı yavru bir köpek fark ediyorlar. Özkan hemen gidiyor köpeğin yanına, seviyor, okşuyor. Esra’da katılıyor ona. Sonra köpeğin aç olduğunu fark ediyorlar, 7\24 açık tekellerden birinden süt ve bisküvi alıyorlar ve hayvanı beslemeye başlıyorlar. Bu sırada bizim kız Gürol’un uzaktan yaklaştığını görüyor, hemen ona doğru yürümeye başlıyor.
- Tanışıyor muydu ki bunlar?
- Ee nerenle dinliyorsun sen beni?
- …
- Konuşmaya başlıyor Esra’yla Gürol, konuşurken bir yandan da yürüyorlar.
- Ee?
- “Ee” si bu. Ben de bu kadarını biliyorum…
- Nasıl?
- Bu kadar işte! Gerisini dinleyemedim. Hoş onun da bildiğini sanmıyorum gerisini ama bir ihtimal. Bu durumdan bir öykü çıkartmak istiyorum ama gerisini öğrenmem lazım.
- Madem yarıda kesecektin neden anlattın ya?
- Anlatmayayım dedim sana, dinlemedin ki.
- Çok şerefsiz bir adam oldun sen son zamanlarda…
- Şerefsiz mi?, E şerefe o zaman!
- Şerefe!...


Esra ve Gürol konuşarak yürümeye devam ediyorlar. On ya da on beş metre yürüdükten sonra sarhoş Esra, Özkan’ın yanlarında olmadığını fark ediyor. Arkasını dönüp köpeği sevdikleri direkten tarafa çeviriyor bakışlarını. Ama orada ne köpek, ne de Özkan var artık. Sadece bir paket bisküvi ve bir kutu süt kaldırımın üzerinde duruyor. Esra durumu bozuntuya vermiyor. Hemen cep telefonunu alıyor eline. O da nesi! Bir detayı atladığını fark ediyor. İçinden “Lanet olsun, telefonlarını almadım…” diye geçiriyor. Biraz daha yürüyorlar ve Gürol sessizliği bölüyor. “Ee, Nereye gidiyoruz?”

Bu soruyla birlikte Esra bir kez daha kızıyor kendisine, çünkü alkolün de etkisiyle evin yerini zerre kadar hatırlamıyor. “Şey” diyor “ben gideceğimiz evin yerini hatırlamıyorum… Üzgünüm…” Gürol gülümsüyor. “Bana gideriz o zaman!”.

Gecenin karanlığında Esra ve Gürol sallana sallana Gürol’un evine gidiyorlar…

Esra bin bir pozisyonun denendiği terle yoğrulmuş olarak geçen bir geceden sonra Gürol’la aynı yatakta uyanıyor. Yanındaki adama bakıyor, ve uyanması için bin bir türlü şey deniyor. Kafasını ondan tarafa çeviren Gürol’un ilk kurduğu cümle, “Sen ne zaman gideceksin” oluyor. Esra bir miktar bozuluyor bu duruma ama megaloman olmasının da verdiği cesaretle fazla üzerinde durmuyor. “Yuh, kovdun be resmen” diyebiliyor sadece, ve yanıtı “Yok, öyle değil… Dersin falan var mı diye sordum…” oluyor. Esra hiç bir şey söylemiyor. Gürol yeniden uyuklamaya başlıyor.

Aynada gördüğü saçları Esra’yı ürkütüyor. Onları adam etmek için saç spreyine ihtiyacı olduğunu biliyor, ve Gürol’u yeniden uyandırıp saç spreyi olup olmadığını soruyor. Gürol ağzını bile açmadan parmağıyla vitrinin üzerindeki saç spreyini işaret ediyor. Gürol’un yeniden uyanmasını fırsat bilen Esra gece boyunca hiç konuşmadan seviştiği bu adamı biraz daha iyi tanımak için sorular soruyor. “Kimsin sen?” cevap yok. “Okuyor musun?” yine yok. “Nerelisin?” yok yok yok. Gürol yeniden parmağını kaldırıp vitrinin üzerindeki saç spreyini işaret ediyor…

Tam da bu sırada, Özkan’ın ev arkadaşları, evlerinin salonun ortasındaki kovanın etrafında toplanmış ilk nefeslerini almaya hazırlanıyorlar. Onlardan biri, Aysen ilk kapağını alıyor, ve kafasını koltukta oturmuş yavru köpeğini seven Özkan’a çevirip soruyor
“Sence becermiş midir?”
“Efendim?”
“Gürol diyorum, sence becermiş midir?”
“…”

Pazar, Haziran 11, 2006

Güle Güle

"Güle güle." dedi kadın,
"Güle güle." dedi adam ve ekledi;
"Göğsünü ısırmak isterdim son kez gitmeden."
"Arkamı dönüp burnuna yellenmeyi yeğlerim." dedi kadın ve arkasını döndü.
Adamın morali bozuldu, gelecek 35 yıl boyunca dönüşü olmayan bir yolda ilerlemeye başladığını o an anladı.
"Fıstık mı kokuyor?" diye sordu.
"Hayır, yellendim, benimkisi fıstık gibi kokar." diye belirtti kadın muzip bir edayla.
Adam gülümsedi ve bahsini ettiğimiz dönüşü olmayan yolda bir adım daha attı.

Tam o sırada iki yüz metre ilerideki istasyonda beklemekte olan trenin acı ıslığı duyuldu. Çemen şehrine giden tren için yolculuk başlamak üzereydi.
"Güle güle" diye geçirdi içinden küçük bir kız çocuğu bu şehirde kalan babasını hayal ederek, annesi yanındaki koltukta oturmuş, cep telefonunda biriyle konuşuyordu.
"Güle güle" dedi telefondaki tok ses,
"Güle güle" dedi anne ve küçük bir tıkırtı çıkararak kapandı telefon.

Yol üzerinde bulunan şehirlerden birinde, fahiş fiyata alkol pazarlayan bir restoranda iki Fransız vedalaşmaktaydı.
"Au revoir" dedi biri,
"Au revoir!" diye cevapladı diğeri.
"Ne varmış?" dedi kulak misafiri olan zengin bir müşteri.
"Güle güle diyor, Fransızca..." diye cevapladı asgari ücretle çalışan barmen.
Bilgisizliğinden utanan müşteri çarçabuk istediği hesabı arkadaşlarına ittirip kaçtı.

Tren Çemen garına yanaşırken ağlamaktan makyajı akmış bir kadın elinde boş bir bidonla bir benzin istasyonuna girmekteydi. Pompacılardan birine yaklaştı,
"Benzin alabilir miyim?" diye sordu.
"Süper mi normal mi?" dedi pompacı.
"Nasıl?" diyebildi afallayan kadın.
"Süper benzin mi normal benzin mi?" dedi işgüzar pompacı.
"Benzin işte, normal." diyerek bidonu uzattı kadın, "Ama benim param yok." diye de ekledi.
Elinde tuttuğu pompayı manalı bir edayla sallayan pompacı "Her şey para değil." dedi çürük dişlerini gösteren çirkin gülümsemesiyle.

İki saat sonra tüm Çemen şehri cehennem misali yanmaktaydı. Kasıklarındaki katlanılmaz ağrı ve elindeki boş bidonla gökyüzünü gıdıklayan alevlere bakan kadın "Güle güle" dedi.
Kuyruğu tutuşan külrengi kedi feryat figan karşılık verdi;
“Güle güle zalim dünya!”

Cumartesi, Haziran 10, 2006


...

Duyduğu sesle irkildi, elinde sımsıkı tuttuğu bardağı bıraktı kenara. Saatlerdir kıpırdamayan vücudunun uyuşukluğu geçmedi bu hareketle de. Neyi beklediğini bilmiyordu beklerken ama o an anlam kazanmıştı bekleyiş, o sesle.
Kırılmıştı.

Bir evin bütün odaları aynı gereklilikte midir? Bütün ayrıntılarını elinle yaratmışsan da aynı özenle dikkatini çekmelerine izin verir misin? Bir ev. O ev, yaşadığı ev. Ve o evden başkası zaten yok. Pencere manzarasından ibaret 'dışarısı' ve yüklendiği anlam gün geçtikçe büyüyen 'içerisi', son halinden çok önce de herşeye oldukça yakınsa.

Tek başına olmak en değerli yapan belki onu, belki kaybetmek içinde barındırıyo değerli olmayı illa ki. Belki de, belkisi yok. Bi silüeti gördüğünü sanmak hissi bile özlenir olduğundan uzun zamandır var. Ayakta olmayı özlememek içinse yerden 1 m yükseklikte. Artık yüzünde bilmediği ayrıntı kalmadıysa,.. Yalnızlığı telafi etmese de, bi yüz görmek ihtiyacına cevap.

Elleriyle çevirdi tekerlekleri yavaşça, sadece onun bulunduğu, mevcut tek çivisi saatler önce gevşetilmiş, duvarları beyaz odaya gitti, sesin geldiği yerden emin.
Kırılmıştı.

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

gel-git

asıl olan şudur ki; insan deli olabilir.. sorun diil.. çok kolay bi şekilde.. bişeyin bişey oldugunu zannedersin.. sonra o şeyin senin zannettiğin şey olmadıgını anlarsın.. ama anladıgın şey doru diildir.. onu da öle zannetmişsindir.. ilk zannettiğin şey dogru olanmış yani..

düşün..

onun için asıl olan şudur ki dememek lazım gelir.. sizi yorar bu.. geç anlarsınız ama..

aslında şu üstteki cümle gibi şeyler de yazmamak lazımdır.. "geç anlarsınız ama" falan die.. üstat tavrı ii degildir çokça.. "çokça" kelimesi mesela.. nıt..! sölenmemeli.. "sölenmemeli" demek de..

sürer gider..

ayrıca sakın kimseye bişey anlatmayın.. neme lazım özlersiniz falan..

aslında şunu yazmak için geveledim bu kadar

ABS CHok ii bişeydir.. başkabişidir..

fin.

Cumartesi, Mayıs 13, 2006

bir ben var, bir de benden içeri

öyle bir yalnızlık ki kurtulmak mümkün değil. nedir seni yalnızlıktan kurtaran? ailen? arkadaşların? sevgilin?

başka insanlarla beraberken yalnız olmadığını sanmak insanı hayatında sahip olmamaktan mutlu edecek ender farkındalıklardan biri heralde. belki de dünyanın en boktan kandırmacasıyla asla yüz yüze gelmemek yüzeyde kalmak ama, en büyük şans aynı zamanda.

en yakın hissettiğin insanla berabersin, yalnız değil misin? (oooOo) oysa iki şey var ya sadece sahip olduğun. bi SEN varsın, bi de senin algın. ne başkasının varlığına ne de algısına haiz olabilirsin. sen algılandığın sürece karşındakinin orda olup olmaması farkeder mi sanıyosun? olmasa algılayamıcak olmak yetmez bunun gücünü ortadan kaldırmaya.

ve evet bi SEN varsın bi de algın. o sevdiğin, o beraberken yalnız olmadığını sandığın insan da algı sadece. elindeki çakmak gibi, dumanın boğazından geçerken verdiği haz gibi.

ama o SEN'in, o algılamadığın, o zaten sen olan senin yanına koyabiliyo musun bi tane daha? onu yapabiliyo musun iki? yok. işte o yüzden yalnızsın, o yüzden mahkumsun. üstelik farketsen de yok kurtuluşun.

buyur bu okuduklarının algısına da karşı çık, istersen inkar et. sonra bak bakalım kendine algının ötesinde bi yandaş bulabiliyo musun. yok.

Salı, Mayıs 02, 2006

soguk

Yorgan kılıfına konmuş battaniyeyi hiç sevmem. O battaniye toplanır o yorganın içinde, homojen dağılmaz, homojen dağıtamaz sıcaklığı. Üşürsün içinde elde olmadan, yanın yören tutulur. Ayaklarını uzatamazsın parmak uçların üşür, bi tarafına dönsen öbür tarafın hisseder soğuğu, sırtın üşür, boynun tutulur. Uyuyamazsın.

O sabah adam gibi kalkamazsın. Daha doğrulurken üç yerden birden patlak verir acı. O gün hayır gelmez senden. Olmadık yerin ağrır durur saçma sapan bi zamanda, daha beteri,her an ağrıcakmış gibi durur, rahat edemezsin.

Kimseye anlatamazsın o günü, o gün soğursun, o gün soğuksun. Soğuğa karışır gidersin. Ha varsın ha yoksun o gün. Öyle soğuk, öyle uzak, öyle ıssız.

Perşembe, Nisan 13, 2006

hİsterik

İlginç olan, hatalardan ders aldığın halde üşengeçliğe devam etmek. Üşengeçliğin kendisine hata denebilir mi?

“Elimde değildi” denememesi bir yanılsamaysa kaderinin elinde olmadığına inanmak mümkün oluyor. Yok değilse bir yerlerde derin hatalar var veya vardı. Bir yerlerde yanlış yapmak çok klişe de şu elde olma/ma meselesinin aslında anlık fiziksel seçimlerle değil daha çok kümülatif vücut kimyasıyla ortaya çıktığına inanmaya meyilliyim bu günlerde. Şalterleri açıp kapamayı öğreniyor bile olabilirim (;

En önemli kısmı da günlük sıkıntılar yaratmasından çok zamanda kayma yaratması, yaşamı erteletiyormuş hissi. Bir de yarattığı imajiner bağımlılıklar. Tabi her şey kendinde başlayıp bittiğinden bunların üstesinden gelmek her zaman mümkün bir şekil. Yaşanmamışlıklar arada parazit yapsa da, biraz umut biraz da mut yeter ayakta kalmaya. E hazır ayaktasın, iki adım da atıverirsin, icabında koşarsın biliyorum.

Pazartesi, Nisan 10, 2006

dene

açık mavi. kendiliğinden bulaştı her yanıma. odam bile daa bi açık mavi sanki. 'kendiliğinden' ne güzel bi kelime öyle, nası rahat. derinlerde aramak bi şeyleri, daa koyu ve daa koyu olmak her defasında seçilebilir de; yukarılarda daa açık bi mavide uçmak, 'kendiliğinden' kanatlanmak ve yukarılardan bakmak, huzur. uçurumun kenarından fazlalıkları fırlatmak anlam bulur esintide havalanınca. tenimde ılık ılık hissederek o esintiyi dönüp bakarım gülümseyerek durduğum noktaya. elimi uzatırım boşluğa ve hissederim rüzgara dönüşürken. elim boşlukta diğlmiş gibi, yalnız diğlsin.

boşluğun içinde sarmalanırken kasırgaya dönüşür rüzgar bazı, acıtmadan daha bi yükselip karnında hissedersin sıcaklığı, gergin vücudundan boşalan enerjiyle her defasında daha bi yüksekten devam edersin uçmaya.

ayakların yere basması aslında zorunluluk biraz da, oysa zorunluluk dediğin şey için çaba sarfetmek anlamsız. yer çekimi zaten buna yeter. şekli bu iken devam etmek için iteklemek gerekir. ama uçmaktan söz ediosan, işte o zaman bunu cidden içinde hissetmek lazımdır, yapabiliceni hissettiğin an ayakların kesilir yerden. düzlem bi tane de diğldir, bu çeşitlilik için bile uçmaya -uçamasan da denemeye- değer!

Pazartesi, Mart 27, 2006

(mono/diya/b)log

baskabisi:
piyangodan mi çiktik lan
ne alaka? alakasiz olsun bu da
aman vermem
öyleyim
çok deliyim bu ara
sorgularim her bi seyi
anlamsiz sonuçlara varirim, dayanamam
aglarim belki
belki göz yaslarim bulanir
sessizligim bozulmaz olur

cim kedi:
noluyo la

baskabisi:
o zaman üzülürsün

cim kedi:
bi sus la

baskabisi:
geç kalinmisliklar ifadesizce siritir geçmisten
geçmisin geç kalinmisligi gibi katmerlenmis manalar dürtükler en rahat anini bile
eline alip bi ayna bakarsin
göremezsin
göremezsin anliyo musun
o an,
iste o an anlarsin.
tek bi damladan baskasi gelmez elinden,
tadini hissedene kadar kipirdamadan durursun
o an,
zavallisindir.
yetmezligin en üst noktasinda bulursun kendini,

cim kedi:
laaayn
suuss

baskabisi:
seffaflasirsin elinden bi si gelmez
yok olursun lan, olmazsin bundan sonra,
bundan sonra,
iste o bile anlama yetin disinda kalir
zamandan siyrilirsin, siyrik olmak koymaz olur o ayri
evet iste, bi yerden sora nolursa olsun koymaz ya, öyle bi si
ve bu, aslinda yasanacak en kötü sey de digldir.
öyle bi zaman gelir ki sonra
gelmemis olmasini dilersin çaresizce

cim kedi:
grrrr

baskabisi:
iste o zamn
farkina varirsin
bu farkindalikla yikilirsin
aynanin da kendinin de altinda kalirsin
evet, yüzün parçalanir, hem de görürsün bunu kirik parçalarda
zahmetsizce olur hem bunlar
bu en kötüsü iste.
keske dersin o zaman.
keske.

Pazar, Mart 26, 2006

İstikamet

Acıydı, kornaydı.
Dursaydı,
Alsaydı beni de,
Koymazdı.

Keskindi, kokuydu,
Koyuydu,
Kalsaydı benimle,
Yitmezdi.

Parlaktı, tendi,
Onundu,
Olsaydı benim de,
Bitmezdi.

Kıldı, tüydü
Artık önemi yoktu
Ayrılık mecburi yöndü
O istikamete döndü.

Yüzleşme

Kafası önünde, o şimdi içeride,
İçeride, önümde.
Beyninde bin bir zifir,
Zifir, kalbimde.


Tıkandı çığlığı zehrinin,
Zehir: baldıran.
O'dur yüreğime zehirli hançerini,
Hançerini daldıran.

Boynumdur o, orada, ipte,
İpte, dipte.
Dar aşılı bir elma ağacının gölgesinde,
Gölgesinde, onunla göğsümde.

Tüm benliğiyle yine de,
Yine de, önümde.
Yolumun üstünde; Kirke,
Kirke, sanki içinde.

Salı, Mart 21, 2006

bikkink

2 tane orta boy big king sogansız..kolalar buzsuz...etc...

ehem..bunları sölemek de belli bi kültür istio.. bi an afallarsanız çarşıdaki hesap evdekinin 2 katına çıkabilir. bazen düşünüorum da acaba insalar evde bunları sölemek için çalışıyo mu? yani kasaya geldiğiniz de o bagıran kızların karşısında duraksamadan bunları söleyebilmek kolay mı? o kadar saçlarınıza fön çektirmişsiniz bakımlıolmaya çalışmışsınız oraya gelip de karizmayı yerle bi etmek olmaz tabi...ayrıca para da sorun değil tabi... yanınıza karizma yapmanız gereken biri varsa eger tabi... ben bazen yine düşünüorum da bunlar hiç mi aralıksonu-ocakbaşı tarzı yerlere gitmezler? erkek erkege muhabbet falan? yaparlar di mi? hepimiz aynı olmasak da tümden gelip tüme varmıyor muyuz? böle buyumedik mi? yoksa bunlar buyumedi mi? her gun aradılarsa.. hiç bulamadılarsa hep çocuk kaldılarsa buyurler mi sonunda? ayrıca hani ben böle sıksık düşünüorum ya hanii..

şebnem ferahın bi şarkısı varya bilirsiniz.. kırmızı rugan ayakkabılar falan die.. orda yapardılar sıkardılar dioyaparlardı, sıkarlardı değil.. neden ki? muhtemelen edebiyat çevresi ve blog sahipleri tarafından yani kısaca kalemi düzgün olanlar daha iyi karar verebilir ama çok komik diil mi sizce? yoksa ben bunu yine mi düşüneyim?kim demiş bi bikkink sadece bi bikkink tir die.. önemli olan düşünmek diil mi? bakın ben yine düşündüm de... bikkinki başta sogansız istedik de neden yanına sogan halkası alıoruz? yani böle yapanlar var.. acaba o soganlar kızarmış oldugu için falan mı sorun yaratmıo? kimbilir? ne bileyim? yani? bunu da bu akşam düşünmem gerekenler listeme yazıorum.

yaşasın düşünecek daha bisürü şey daha buldum.

bilmem anlatabildim mi?

Bak

Dagilin lan, ilahi komedyanin kicikirik figuranlari. En nihayetinde kiymetli farkindaligin bi' bok fark ettirmedigi o guzide zamanlari siz de yasayacaksiniz; iste o sarkastik an geldiginde donup arkaniza bakmaniz size bi' fayda saglamayacak. Insan 'insanligin' kayip sinirini gorurse bi' kere, son kullanma tarihi gelmis demektir. Tum yuzeysel yavsakliklari, tum luzumsuz feryatlari duymazdan gelir artik. Oz, disi kabul etmez; dis, ozu. Ya -tukenip- bitmistir, ya da -olusu- bitmistir. Her sey bir olur; her sey sifir. Ve bu varligin sadece aynada gorunen maddesel suratina baktiginizda, seytani bakislarinin altinda aci bi' gulumseme gorursunuz. O kadar karizmatiktir ki, poz entegrasyonuna hayran oldugunuz yavsak sigara ve dumani bile o goruntuye eslik etmeye utanir.

Siz de boyle olmak ister miydiniz?

Pazar, Mart 19, 2006

koku


Image Hosted by ImageShack.us

kokusuna kıyamadım odamın, pencerede dikildim. büyük hevesle gidip aldığım paketi hızlı bi hareketle açtım. açık pencerede yansımamı izledim, yalnızlığımı farkettim. bitene kadar sigara, düşündüm

, ne büyük riskler alıyoruz yaşam boyu, risk almaktan kaçarken alıp farketmeden sonuçlarına katlandıklarımız hariç. neyi önemsemek gerekiyo ki, yaşadığımız an dışında garantisi olan bi zaman dilimi yokken ne zor hadise. bi takım kabullenmelerle yaşayıp gitmek elden gelen belki, o da ucu kapalı bi varsayımlar kümesi yaratmaktan öteye gidemiyo bazen. herşey bu kadar karmaşıkken, olmaktan vazgeçemeyeceğin bi kendin sahibi olmak esas olan sanırım, kendin olmak ne kadarına yeter farketmez, olası yanılsama durumlarından daha kolay ve kalıcı bi mutluluk getireceği kesin en azından. mutluyum,

pencereyi kapadim, cama dayadım yüzümü, üşüdüm.


Cumartesi, Mart 18, 2006

arka kapak

bildiklerimi unutmaya korkarim. ama bildiklerinle yasamak da bi yere kadar di mi. yeni bi siler ogrenmek icin sart, unutmazsin da belki, dogruyu saglamlastirmis olursun en azindan. risk almayi sevmem gorunuyo ya disardan, aslinda bayilirim, bi tek kendime zararim.

hayat cok acayip bi si, dogru kelimeleri kullanarak anlatamiosun illa ya kendisini, ondan en cok.

icimde garip bi mutluluk oluo en zor anlarda bile, allaim neden boyle, engelleyemiyorum, uzulmeliyim desem de bi turlu yeterince uzulemiyorum, deli miim neyim.

4.17 genelde uyumuyorum. uzun zamandir konsantre olamiyorum bi seylere. bu acidan bi kendine gelme yasanmasi kacinilmaz oldu tarafimca.

'tek duze' bitisik mi yaziliodu yoksa? tekduze bi anlatimi olmasin nefes alis verisime eslik eden zamanin, nolursa olsun da digl hikaye, bilirim. ama varilan sonuc beni hic sasirtmio uzun zamanlardir. nasi bi dil kullanilirsa kullanilsin kendini ifade etmek mumkun gorundu bi kez daha, ucurumdan firlattim fazlaliklari. ardindan bile bakmam boyle durumlarda, vazgecmekse adi kabul, ama elimi gunes kamastirmasin die gozlerimin ustune koyar, manzaraya dalarim,.. hani nedir ki sonucta, beraber kendin de mi atlicaksin, yok, bana gore digl. zaten ucurumun kenarinda olmak beni de urkuturken.. dengeyi sarsacak olanlardan kurtulmak esastir.

ama gene de bazen durup dusunuyorum da, arkasinda ozettir, yazar ozgecmisidir vs olmayan kitaplar ne guzel cidden. riskli falan ama, heyecanli. hem bi de 'hayal kirikligi' olmuo en guzeli. ozetinden bi si sandigin kitaplar ne uzucu olabilio oysa. ben pek uzulmem, o ayri da, baskalari okurken uzulur die korkum. aradan bi kac sayfaya bakmak da klasiktir de, paketli de oluolar bazi. hem bi kac sayfanin bi kac sayfa oldugunu bilmek de onemli, bazen butun bi kitabin bi kac sayfa bile katamadigi oluo insana, vakit kaybi tek kelimeyle. o bi kac sayfa icin bile onemlidir kitap, zamanla diger sayfalara bile anlam kattigi olur, 50 sene sonra da alir okursun.


Salı, Mart 07, 2006

ne kadar

da varsin.

pencereden once kollarimi cikardim disari, kucaklarcasina actim kollarimi bosluga. mumkun oldugunca uzaga bakamiyosun burda, kucucuk odamdan acilan pencere de sinirli manzarasiyla icimi daraltio bazi bazi. kucucuk olma egilimine ayak uydurup zirladigim da oluyo boyle durumlarda, üve'.

hayatimdan cikan esyalar bosluklarini koruyolar hala, insan hemen de doldurmamali zaten, fiziksel bi yer doldurma eylemine girmek haksizlik hepsine, yenisine, eskisine, eksisine, .. , gecmisine.

ii de,

"ii ii.",

Cumartesi, Mart 04, 2006

| | |

Bardağını suyla doldurdu. Tüm o pahalı kadehlerden, kahveden, alkolden usanmıştı. Artık zevk vermiyorlardı. Hepsinin tadını almış ve keyiflerinden belki de sonsuza dek mahrum kalmıştı böylece. Bardağa uzandı, bir yudum içti suyundan. Beklediği olmadı, keyif almadı sudan. Böylece anladı. Her ne durumda bulunduysa bugüne dek, hepsinin üzerindeydi şimdi. Ama bu hepsini alıp götürmüştü sadece. Tekrar içecekti elbet delice ve tekrar sarhoş olacaktı. Öncekilerden farklı olacaktı bu, ancak farkı kestiremeyeceğini biliyordu. Yenik düşeceğini de. Ama korkmadı. Çünkü tüm diğer duygular gibi korku da ancak umudu olanlar için vardı.

Suyunu bitirdi. Yeni bir bardak doldurmak istemedi. Bir şeyler karalamak istedi ancak yapamayacağını biliyordu. Zihni henüz dolmamış, dökülmeye hazırlanmamıştı. Kalemin ucunu sayfanın üstünde bir noktaya sabitledi. Ve aşağıya doğru yavaşça çekti düz bir çizgi çizebilmek için. Olmadı. Bir kez daha denedi, bir kez daha ve bir kez daha. Bu sayfa boyunca olmayacağını fark etti. Vakti gelmemişti henüz. Sigara istedi canı, üç çizginin üzerine üç tane koydu ve ilkini yaktı. İçindeki duman ve duygu arasında bir fark göremedi. Bir şeyler daha düşünecekti ancak bir çıkış noktası yakalayamıyordu. Odanın içinde dolaşıp duruyor, pencereden bakıp aynı şeyleri görüyor ve yalnızca ayakta durmanın oturmaktan farkı kalmadığında yerine geçiyordu. Sigaralar bitti. Daha güçsüzdü artık. Günü bitirmek gerektiğini anladı. Ve doğacak günü de.

Zamanın öylece geçmesi gerekti bir müddet. Muhtemelen daha yalnız, daha mutsuz, daha umutsuz çıkacaktı bundan. Güçleneceğini biliyordu ama yönlenmeyecek güç neye yarardı? Biraz susmalı, anlamalı. Rekabet için değildi güç, o kılıkta bir uzlaşıydı. İyice emin olmak istedi, bir çizgi çizdi. Düz değildi henüz.

Çarşamba, Mart 01, 2006

bişiler yazmak,bi merhaba demek zamanıdır artık :)

arkadaşlar,,geldim ben,,ben geldim.bi hoşgeldin diyen olur die bekledim bu saate kadar ama kimseden ses çıkmayınca ben dedim bişiler yaziyim :D neyse sohbet ortamı deil canım burası..adsl den bahsetmek istiyorum ben bu gece.yeni kavuştum ben henüz,dün akşam saatleri itibariyle.bunu sölemekten çekinmiyorum,utanmıyorum.eksikmiş bişiler hakketen,olmazmış yani internetsiz,uzakmışım ortamlardan.ama işte geldim burdayım!!

Salı, Şubat 28, 2006

godlessturtle tozu dumana katicak,..

amma ve lakin yavas yavas, guvenli adimlarla.. evine internet girdii gun var misin sorusuna dogru cevabi vermistir kendisi, gunes giren evlerden belki de burasi, belki de voltaj 0, belki ;)

Çarşamba, Şubat 08, 2006

mavi balik

hissizim.,

bi sehirle basa cikilir mi, icinde boguluyorum, bu sadelik bu duzen bana gore digl su sira. bu bosluga tahammul edemiyorum. ne kadar kucuk bi damla olsam da eksiliyim burdan istiyorum, farkindaligini yitirmis bi sehre dahil olmak, ne azalmak ne artmak,.. karmasa istiyorum, gundelik hayat yorsun beni, hafifliyim. yuzlerce kez gectigim sokaklardan gecmek zorunda olmak, ve hatirlamak zorunda olmak, hatirlamak bile digl bu, iste bu yuzden hissizim.

bi sigara daha yakmak, odanin kokuyla agirlasmasi,..

degisim bu kadar ani oldu mu daha fazlasini bekliyo insan, ancak o kurtarir, ancak dinamik bi degisim sureci farkettirmeden aciyi azaltir.

kirmizi bi balik olup olmeyi dilerdim hep. olmadi.
olmadi mi olmuyo. mavi bi balik oldum, sudan ciktim. sudan cikmis balik olmak,.. kendime bir cift kanat alip ucmayi ogreniyorum. bos kalan akvaryumun kiyisinda henuz deneme ucuslarim, nefes almayi ogreniyorum, kendi basima.

Pazar, Ocak 22, 2006

kac

kendimi bazen kendime acayip sorular sorarken buluyorum, bu soru sorma ve bulma olayi tam bir parallelik gosterir mi bilemiyorum aslinda. mesela tam suan kac kisi elinin tersiyle tokat atti birine, kac kisi 'k' harfine basti klavyede, bunlardan kacinin klavyesi siyahti, kac kisi sag adimini arkada birakirken sol adimini one cekti biraz, kac kisi hapiste son 76 gununu sayiyo, kac kisi son 1 dakikada hayata gozlerini yumdu, kaci acti, kac kisi hayatinda 5 kez zil takip oynadi, kac kisinin 26 kuzeni var, kimle kac defa ayni metroya bindim farketmeden vs vs. iste bu sorularin cevabini bilebilecek tek 'sey' oldugu icin tanriya inaniyorum bi kez daha, karsilasabilelim ki bunlari soriim, hem belki tam suan bunlari dusunen birileri varsa onlarla da tanistirir beni,..

Cumartesi, Ocak 14, 2006

Rakım : -22

Kaburgalarım baskı yapıyor seni içinde doyumsayarak şişen ruhuma.
Kafatasım çok dar, boynum beynimi taşımak için aşırı ince.
Kendi içine dökülen nehirler gibi kapanıyorum yavaş yavaş kendi dünyama.
Bağırmak istiyorum, ancak ağzımı açtığımda koyu kıvamlı hava ağzımdaki boşluktan Basınçlı bir halde süzülüyor ciğerlerime,
Engelleniyorum,
Çıkmıyor ki sesim.
Kelepçelenmiş kalbim paslı bir yatak demirine.
İşin kötüsü gıcırdıyor yatak,
Üzerinde sevişen iki sevgiliyle.
Sağımda paslı bir geçmiş,
Solumda bulanık bir gelecek.
Ön yok,
Arkamda göt...
Gel de seç yönü,
Karar ver ne yapacağına!
Gelecek,
Dedim ya,
Bulanık, kavanoz dibi gözlükle bakmak lazım anlamak için ne olacak.
Letonya, Estonya, Ukrayna...
Orada mı umut?
Orada mı gelecek?
Ne gelecek?
Kim gelecek?
Ben mi?
Yok yok,
Ben gidecek...

Çarşamba, Ocak 11, 2006

başkabişi

nedir, ne değildir bilinmez ki
oluyor bazen, geliyor işte
sevindiriyor, üzüyor bazen de
nesin ki sen? bilsem ya ben seni, bilsek ya biz
heyecanlandırıyor bi de utanmadan
sonu ne olacak diye bekliyorsun
hala bekliyorsun
bir fısıltı açıyor bazen o acilmayan, açılası zor kapıyı
ne çıkacak içinden? bekliyorsun
yine heyecanlanıyorsun
bişi çıkıyor içinden, başkabişi
nesin ki sen? bilsem ya ben seni, bilsek ya biz

Salı, Ocak 10, 2006

--

Kumlu topraklı bir yol
Kıyısında bir durak
Bekleyiş
Nihayet bulmayacak
Sağın alev alev
Alev kırmızı
Alevler içinden bir yakarış
Yakıyor boğazımızı
Sağa doğru bir adım
Andan kısa göz kırpış
Sağın karanlık
Karanlık siyah
Elinde oyuncaktan bozma bir silah
Sağa doğru bir adım
Solda silik yüzlü bir kadın
Parmaklarının ucunda
Parmakların dudaklarında
Uzun mor bir elbise
Fısıldayışı pembe
Kulağında önce
Omzunda sesler
Karışıyor hep sise
Duyulmamak üzere
Elleri
Elleri yok
Tutmamak üzere
Ve hissetmemek hiç bir acıyı
Olmamış hiç ne kalbi ne aklı
Ölmemek üzere
Sağa doğru bir adım
Sağ soğuk
Soğuk beyaz
Isıtmayacak bu yaz
Sola bakış bir hışım
Solda hiç olmamış bir kadın
Kadın umut
Umut uğraş
Sadece ulaş
Adım geçmişe
Geçmiş alabildiğine kızgın
Buraya kadarmış yazın
Yazı kader
Kader kısmet
Kısmet değil bu bekleyiş
Biliyorsun gelmeyecek.

Pazar, Ocak 08, 2006

ısmarlama


hızlansın artık ritmimiz
biraz da neşeyle aksın şarkımız
hüzünleri kadehte bırakayım
gelin size birer bira ısmarlıyım

Perşembe, Ocak 05, 2006

büyü


Gözlerimi kırptım bi an, uzaklaştım. O ana neler sığdırdım, hem de yorulmadım. Utanmadım, üzülmedim, savrulmadım. Olduğum yerde kalakaldım, orda olmak istedim. Ellerimi uzattım süslü gökyüzlerime, parmak uçlarımda titreyerek saatlerce durdum öyle. Yeryüzüne tutundum, bırakmaktan korkmadım. Acımadım, kanamadım, susamadım. Uçsuz bucaksız etrafım vardı, önüme bile bakmadım. Ensemden tutana kadar duman rengi bi kedi kıpırdamadım. Şaşırmadım, şikayet etmedim. Gözümü açmadım ama yıldızlar parıldardı, bildim. Silinmedim, bulaşmadım. Sadece ben vardım, kimseyi aramadım. Kalabalıktı, nefes de alamadım ama boğazımda düğümlenmedi kırgın, koca bi bulut. Devralmadım hiç bi yaşamı, sorgulanmadım. Değişmedim, memnuniyetsiz de değildim. Ucuza değiştirilmedim, yanlış anlaşılmadım. Tevazu göstermedim, kimseyi küçümsemedim. Simetrik bi yaprak gördüm, kurumasını bekledim. Telaşsızdım, yırtık pırtıktı üstüm. Açtım kafamdaki radyoyu, doğru frekanstaydım. Şarkı söyledim, kim dinler sallamadım. Heyecanlıydım biraz evet, ama sesimi titretmedim. Ayak parmaklarımdan el parmaklarıma uzun bi yol oldum, büyüdüm.