Cuma, Haziran 23, 2006

Tac

Koşarak çıktı kapıdan. Bir çırpıda karşıdaki yola ulaştı. Bir süre geçemedi karşıya. Kocaman arabalar süratle geliyor ancak hiç birisi onu fark etmiyordu. Elini cebine attı bir kez daha. İşte hepsi ordaydı, tamı tamına iki lira yirmi beş kuruş.

Yüzünde nicedir unuttuğu bir ifade vardı. Babasını son görüşünden hatırlayabilirdi hafızası elverseydi. Ve gidişinde –gidiş ve terk edişin farkını anlayamayacak kadar küçük yaştaydı henüz- arkasından bakarken nasıl da bambaşka bir hal aldığını yüzünün. Annesinin de o günden sonra güldüğünü görmemiş, gülmeyi tümden unutmuştu.

Babasından sonra eski sandıkların birinden çıkardığı dikiş makinesini odanın bir köşesine yerleştirdi annesi ve o makine geceler boyu işlemeye başladı. Çöp kutularından bulduğu kırık dökük eşyalarla oyuncak diye oynamadığı zamanlarda, odanın bir köşesine siner annesini izlerdi. Annesi tüm gün bir sepetten yırtık, sökük erkek donlarını alır, makineden geçirip diğer sepeti doldururdu. Bir yandan artık ağzından hiç düşürmez olduğu türküsünü mırıldanır, bir yandan ince ince gözyaşlarını salıverirdi solgun yanaklarının üzerine.

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler”

O donlar makinenin kocaman iğnesinin işlediği iplikle değil, annesinin göz yaşlarıyla dikilirdi. O da mahalledeki ağabeyleri gibi büyüyüp sosyete çarşısında salınan kokanaların cüzdanlarını çantasından aşırabilecek yaşa gelince, dikiş diktirmezdi elbet annesine. Geleceğe dair kestirebildiği tek planı buydu.

Haftada iki kez evden çıkardı annesi. Çarşamba ve Cuma akşamüstleri. Semt pazarının kurulduğu günler. Akşamüstü tezgahlardan mallar indirilir, satılamayan kokmuş, çürük sebze ve meyveler yollara dökülünce; annesinin de evin üç günlük erzakını çıkarma mücadelesi başlardı. Kimi zaman yalvara yakara, kimi zaman tezgahtarların itip kakmasına aldırış etmeden ama asla yılmadan toplardı yavrusunun yiyeceğini. Yolda birkaç dükkana uğrar, diktiği donları verir, yırtıkları, sökükleri yüklenir gelirdi. Dönüşte de oğluna o günkü hasılat iyiyse elli, yoksa yirmi beş kuruş verirdi.

***

Karşıya geçince tekrar cebini yokladı. Para hala ordaydı. Adımlarını hızlandırdı, gözlerini yerden hiç ayırmadan yürümeye devam etti. Yolun sonundaki dükkana girdi. Dükkan sahibi de onu fark etmedi ama o alışkın olduğundan önemsemedi. Cebinden bir yirmi beşlik çıkarıp tezgahına üzerine yavaşça iki kez vurdu. Dışarıda yabancı kimseyle konuşmamasını sıkı sıkı tembihlemişti annesi.

Dükkan sahibi döndü ve onu gördü. Yüzü ekşidi. Kaşlarını çatıp “ne var” dedi. Onu daha önce de birkaç kez dükkanın önünden geçip içeriyi yoklarken görmüş, kapkaççı veletlerden veya üç kuruş için yalvar yakar dilenen pis çingenelerden sanıp kovalamıştı. Bu sefer içeri girip bir şeyler anlatmaya çalışmasına ise aslında şaşırmış, ama belli etmemişti.

Parmağıyla bir kadın başının peruğunda takılı olan tokayı gösterdi. Muhtemelen bir zamanlar o sosyetik kadınlardan birinin başını süslemiş, şimdiyse her nasılsa bu dükkana düşmüş,eskimiş bir bez parçasıydı daha çok. Ama onun gözünde muhteşemdi ve annesinin başında bir kraliçenin tacı gibi duracaktı. Kim bilir ne çok yakışırdı. Sık sık saçları önüne düşerdi annesinin dikiş dikerken. O da oflaya puflaya saçlarını geri atar, ancak bir türlü orda tutmayı başaramazdı. Arada bir, bir yerlerlerden paket lastiği bulup saçına geçirdiği olur, ancak gür saçları lastiği hemencecik yırtardı.

Şimdiyse artık bir tokası olacaktı ve rahat rahat oturabilecekti makinesinin başında. Adamın sormasına fırsat vermeden parayı gururla cebinden çıkarıp uzattı. Adam kendisine uzanan küçücük avuca zorla sığmış parayı aldı ve dikkatlice saydı. Bir yandan “Fakir piçler! Zaten dilencilikten başka ne bilirsiniz?” diye söylenirken bir yandan tokayı çözdü ve uzattı.

Şimdi dükkanın önünde, yüzünde kocaman bir gülümseme, elindeki tokasına bakıyor ve kahramanlığını kutluyordu. Tokayı güneşe doğru kaldırdı. Üzerindeki simler öyle parlaktı ki gözleri kamaştı. İşte tam o sırada sırtında iki darbe hissetti. Dizleri boşandı ve yere kapaklandı. Sımsıkı kapamıştı tokayı tuttuğu avucunu ancak ayasından başka bir şey hissetmiyordu. Başını kaldırdı. Kendisinden büyük iki çocuğun koşarak uzaklaştıklarını gördü. Annesinin tacı, kısa boylu olanın elinde sallanıyordu.

Başı yere yapıştı. Gözyaşları şimdi avuç içinden bir daha asla ayrılamayacak olan parmaklarını, yerlerine dikmekle meşguldü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder