Cuma, Haziran 23, 2006

Tac

Koşarak çıktı kapıdan. Bir çırpıda karşıdaki yola ulaştı. Bir süre geçemedi karşıya. Kocaman arabalar süratle geliyor ancak hiç birisi onu fark etmiyordu. Elini cebine attı bir kez daha. İşte hepsi ordaydı, tamı tamına iki lira yirmi beş kuruş.

Yüzünde nicedir unuttuğu bir ifade vardı. Babasını son görüşünden hatırlayabilirdi hafızası elverseydi. Ve gidişinde –gidiş ve terk edişin farkını anlayamayacak kadar küçük yaştaydı henüz- arkasından bakarken nasıl da bambaşka bir hal aldığını yüzünün. Annesinin de o günden sonra güldüğünü görmemiş, gülmeyi tümden unutmuştu.

Babasından sonra eski sandıkların birinden çıkardığı dikiş makinesini odanın bir köşesine yerleştirdi annesi ve o makine geceler boyu işlemeye başladı. Çöp kutularından bulduğu kırık dökük eşyalarla oyuncak diye oynamadığı zamanlarda, odanın bir köşesine siner annesini izlerdi. Annesi tüm gün bir sepetten yırtık, sökük erkek donlarını alır, makineden geçirip diğer sepeti doldururdu. Bir yandan artık ağzından hiç düşürmez olduğu türküsünü mırıldanır, bir yandan ince ince gözyaşlarını salıverirdi solgun yanaklarının üzerine.

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler”

O donlar makinenin kocaman iğnesinin işlediği iplikle değil, annesinin göz yaşlarıyla dikilirdi. O da mahalledeki ağabeyleri gibi büyüyüp sosyete çarşısında salınan kokanaların cüzdanlarını çantasından aşırabilecek yaşa gelince, dikiş diktirmezdi elbet annesine. Geleceğe dair kestirebildiği tek planı buydu.

Haftada iki kez evden çıkardı annesi. Çarşamba ve Cuma akşamüstleri. Semt pazarının kurulduğu günler. Akşamüstü tezgahlardan mallar indirilir, satılamayan kokmuş, çürük sebze ve meyveler yollara dökülünce; annesinin de evin üç günlük erzakını çıkarma mücadelesi başlardı. Kimi zaman yalvara yakara, kimi zaman tezgahtarların itip kakmasına aldırış etmeden ama asla yılmadan toplardı yavrusunun yiyeceğini. Yolda birkaç dükkana uğrar, diktiği donları verir, yırtıkları, sökükleri yüklenir gelirdi. Dönüşte de oğluna o günkü hasılat iyiyse elli, yoksa yirmi beş kuruş verirdi.

***

Karşıya geçince tekrar cebini yokladı. Para hala ordaydı. Adımlarını hızlandırdı, gözlerini yerden hiç ayırmadan yürümeye devam etti. Yolun sonundaki dükkana girdi. Dükkan sahibi de onu fark etmedi ama o alışkın olduğundan önemsemedi. Cebinden bir yirmi beşlik çıkarıp tezgahına üzerine yavaşça iki kez vurdu. Dışarıda yabancı kimseyle konuşmamasını sıkı sıkı tembihlemişti annesi.

Dükkan sahibi döndü ve onu gördü. Yüzü ekşidi. Kaşlarını çatıp “ne var” dedi. Onu daha önce de birkaç kez dükkanın önünden geçip içeriyi yoklarken görmüş, kapkaççı veletlerden veya üç kuruş için yalvar yakar dilenen pis çingenelerden sanıp kovalamıştı. Bu sefer içeri girip bir şeyler anlatmaya çalışmasına ise aslında şaşırmış, ama belli etmemişti.

Parmağıyla bir kadın başının peruğunda takılı olan tokayı gösterdi. Muhtemelen bir zamanlar o sosyetik kadınlardan birinin başını süslemiş, şimdiyse her nasılsa bu dükkana düşmüş,eskimiş bir bez parçasıydı daha çok. Ama onun gözünde muhteşemdi ve annesinin başında bir kraliçenin tacı gibi duracaktı. Kim bilir ne çok yakışırdı. Sık sık saçları önüne düşerdi annesinin dikiş dikerken. O da oflaya puflaya saçlarını geri atar, ancak bir türlü orda tutmayı başaramazdı. Arada bir, bir yerlerlerden paket lastiği bulup saçına geçirdiği olur, ancak gür saçları lastiği hemencecik yırtardı.

Şimdiyse artık bir tokası olacaktı ve rahat rahat oturabilecekti makinesinin başında. Adamın sormasına fırsat vermeden parayı gururla cebinden çıkarıp uzattı. Adam kendisine uzanan küçücük avuca zorla sığmış parayı aldı ve dikkatlice saydı. Bir yandan “Fakir piçler! Zaten dilencilikten başka ne bilirsiniz?” diye söylenirken bir yandan tokayı çözdü ve uzattı.

Şimdi dükkanın önünde, yüzünde kocaman bir gülümseme, elindeki tokasına bakıyor ve kahramanlığını kutluyordu. Tokayı güneşe doğru kaldırdı. Üzerindeki simler öyle parlaktı ki gözleri kamaştı. İşte tam o sırada sırtında iki darbe hissetti. Dizleri boşandı ve yere kapaklandı. Sımsıkı kapamıştı tokayı tuttuğu avucunu ancak ayasından başka bir şey hissetmiyordu. Başını kaldırdı. Kendisinden büyük iki çocuğun koşarak uzaklaştıklarını gördü. Annesinin tacı, kısa boylu olanın elinde sallanıyordu.

Başı yere yapıştı. Gözyaşları şimdi avuç içinden bir daha asla ayrılamayacak olan parmaklarını, yerlerine dikmekle meşguldü.

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Kadın, Satiradam ve Yoldan Geçenler


Ukrayna’dan alınmış yeşil çakmakla, Kıbrıs’tan alınmış tane Coffee Creme’ini yaktı. İçine çektiği dumanın her santimetreküpünde birbirlerine çarpım halinde bulunan karbon monoksit atomları ciğerlerine yapışıp ona mazoşist bir zevk veriyordu. Küçük nikotin saçıntıları yapıştıkları hücrelerle etkileşime geçiyor ve zevki “misli” ekini kullanabileceğimiz kadar arttırıyordu. Normalde beyaz olan hücreler nikotinle etkileşime geçer geçmez önce kızarıyor, sonra morarıyor ve son olarak da koyu bir kahverengiye dönüşüyordu. Değişim görülmeye değerdi.

Bir çekim daha aldı purosundan, diyaframı elinden geldiğince durdurmaya çalıştı onu, tabii bu mücadele sırasında küçük bir öksürük bulduğu fırsatı değerlendirerek adamımızın boğazından yukarıya çıktı ve ağzına bakan kadının gözlerinde zuhur oldu.

“Çok yaşa!” dedi kadın.

“Zaten çok yaşayacağım” diye geçirdi adam içinden. “Öksürdüm…” dedi düşüncelerini gizleyerek.

Ses çıkarmadı kadın, kafasını önüne eğdi. Mide ve bağırsak duvarlarından kanına karışmakta olan liserjik asidin çıkardığı emilme sesini dinliyordu. Gözenekçiklere sürtünen asit parçacıkları tutuluyor ve akıl almaz bir hızla kılcal damarlara yönlendiriliyordu. Kılcal damarlara girmeyi başaran yabancı madde vücudun öz pompası tarafından kromozomlara ve beyne götürülüyordu. Koca bir kütle olan beynin görüşle alakalı kısmına hücum eden parçacıklar kırmızıları daha kırmızı, yeşilleri daha yeşil yapmakla kalmıyor, aynı zamanda üzerinde dikilmekte olduğu halının sabit bir frekansla dalgalandığını hissetmesini sağlıyordu.

“Üzerime oturmalısın” dedi yatak.

Sandalye altında kıpırdandı.

Bu sırada az önce elinde puro tutan adam mızıka çalan bir satire dönüştü.

“Aaa!” dedi kadın

“Hı?” dedi satir.

“Yoo” dedi kadın

“Yaa!” dedi satir.

“Ne oluyor yahu?” dedi purolu adam.

“Çok kalabalık burası” dedi kapı.

“İllallah!” dedi kadın ve gözlerini kapadı.

Adam, tetrahidrokanibal etkisindeki beyni ilgisiz bir hal almasını sağladığından, kadını umursamadan kızarık gözlerini devire devire altındaki minderlere uzandı. Purosunu kül tablasına bırakmayı unutmuştu. Gözlerini kapadı, bir anda kendini papatyalar arasında koşuşturup duran onlarca çıplak hippinin arasında buldu. Gökyüzünde mor bulutlar, ufuktaki eflatun ağaçlarla birleşip, sarı papatyalarla yeşil çimenler de bu peyzaja katıldığında adam “evet, galiba uyudum” diye geçirdi içinden. Kafasını sağ taraftaki hippilere bakmak için çevirdi ve onların arasında John Winston Ono Lennon’u gördü. Elini havaya kaldırdı, Lennon’a doğru salladı. Fark edilmişti! Çok sevindi ve zafer işareti , parmakları arasında yanmakta olan puroyu serbest bırakan bir zafer işareti yaptı. Yavaş çekimde battaniyelerin arasına düşen puro küçük kıvılcım saçıntılarını her tarafa yaymıştı…
………………………………………………………………………………..

“Uyuşturucu öldürür!” dedi Emin.

“Bırak ya, hiç bir şey olmaz.” dedi Rüstem

Bu arada içinde iki insan kebabıyla cayır cayır yanmakta olan müstakil bir evin yanından geçiyorlardı…

Cumartesi, Haziran 17, 2006

Şeref

- Şerefe!
- Ne kadar oldu?
- Boş ver şimdi! Kadeh kaldırıyorum, görmüyor musun?
- Şerefe, şerefe…
- Bugün 10. gün.
- Alışabildin mi bari?
- Hep içerde değildik ya!
- …
- O değil de, orada bir adamla tanıştım. Benden bir hafta önce salıverildi, onu bulmam lazım.
- Hayrola?
- Hayır… Bir hikaye anlatıyordu, yarım kaldı.
- Allah Allah!
- Bilmiyorum, sadece… çok ilgimi çekti, sonunu duymak istiyorum.
- Nasıl bir hikaye bu?
- Senin ilgini çekmez, adamın bir arkadaşının hikayesi.
- Yahu anlatsana, merak ettim şimdi.
- Tamam anlatıyorum. Ama hayal kırıklığına uğrarsan sorumluluk kabul etmiyorum.
- Olsun olsun, sen anlat.
- Şimdi bir kız varmış, adamın arkadaşı. Adına Esin mi dedi Esra mı dedi tam olarak hatırlamıyorum.
- Nasıl bir kızmış bu?
- Hafif esmer, keyif verici maddeler kullanan bir kız.
- Ne mesela?
- Esrar falan…
- Ot mu?
- Sen ot de ben esrar diyeyim, işte o malzemeyle ilintiliymiş, esasında hikayenin bununla bir alakası yok.
- O zaman neden söyledin?
- Cezaevinde tanıştığım adam, neydi onun adı... Hah, Özkan, malzeme satarmış, oradan kalmış aklımda.
- Malzeme mi satarmış?
- Malzeme… Torbacı işte.
- …
- Neyse, Gürol adında bir müşterisi varmış bu adamın, epey de samimilermiş, gel zaman git zaman bu Gürol bir hatun göstermiş adama, nasıl arzuladığını, o hatuna neler yapmak istediğini falan söylemiş durmuş. Kızla muhtelif kafe ve barlarda birbirlerinin gözleri içine bakıyorlarmış zaten.
- Kesişiyorlarmış?
- Evet… Bu bahsi geçen hatun da az önce anlattığım kız.
- Esra?
- Esra ya da Esin… Önemi yok. Özkan bıkmış adamın yakınıp durmasından ve sonunda çenesini bir şekilde kapatmaya karar vermiş. İşte, olay da bu kararın sonrasında gelişmeye başlamış… Şerefe!
- Şerefe!
- …
- Eee! sonra?
- Özkan üç kızla aynı evde yaşıyormuş, bu kızlarla eğlenmeye karar vermişler ve kafaları iyiyken bir diskoya gitmişler. Tesadüfe bak ki bizim Emel’de oradaymış.
- Emel kim?
- Aman, Esra işte! Neyse, Özkan barın arkasında iki barmen ve üç arkadaşıyla sohbet ediyormuş. Sonra bizim Esra bara gelmiş, Esra’nın yaklaştığını gören barmen hemen votka redbull hazırlamaya başlamış.
- Niye? Başka bir şey yok muymuş içecek?
- Varmış olmasına da kız aylardır aynı mekana gelirmiş ve hep votka içermiş.
- Anladım… Bu da bir aşinalık yaratmış tabi.
- Kız, “Bir bira alabilir miyim?” demiş barmenin kulağına. Barmen ufak bir şaşkınlık yaşamış, votkayı barın altındaki tezgaha bırakıp dolaptan bir bira açıp vermiş. Kız teşekkür edip barı terk etmiş.
- Patladı mı votka bir taraflarında?
- Hah işte, o votka bir taraflarında patlamasın diye hemen diğer barmen atlamış, “Sen bu votkayı kimseye satamazsın” gibi içerisinde bolca iddia içeren bir cümle sarf etmiş. Tabi diğer barmen zıtlık psikolojisinin de etkisiyle “Satarım, ve hatta ben bu votkayı bu kıza satarım”
- Hangi kıza?
- Esra’ya. Başka kızdan bahsettik mi zaten?
- …
- Gecenin ilerleyen saatlerinde kız bara gelmeye ve bira almaya devam etmiş, bu arada bizim barmen çocuk onu votka içmeye ikna etmeye çalışsa da başarılı olamamış. Sonra kız yine bara gelmiş, barda oturan adamlardan birinin kadehini gösterip “Bu kadehin içinde ne var?” diye sormuş, “Hangi kadehin” diye cevaplamış barmen, “İşte şu yeşil olan” diyerek parmağıyla işaret etmiş kız.
- Votka mı varmış?
- Evet, yeşil votka varmış! Votka olur mu hiç, Green Devil kokteyli varmış.
- Ee, Green Devil’in içinde zaten votka yok mu?
- Her şeyi de bilirim diyorsun yani?
- …
- Neyse, hatun bu içkiden istediğini söylemiş barmene, barmenin yüzü gülmüş, hemen torpilli bir kokteyl hazırlamış, tabi bu kokteyl için önceden barın altındaki tezgaha koyduğu votkayı kullanmış. Hazırladığı kokteyli kıza uzatmış, kız kadehi kaldırmış, ufacık bir yudum almış kadehten, tam da bu sırada barın arkasındaki ahaliden bir alkış kopmuş.
- Alkış mı?
- Evet, iddiaya girmişti ya iki barmen, o yüzden.
- Ne iddiası? Neyine girmişler bari?
- Bilmiyorum, anlatmadı o kadarını. Ama bu kadar yaygara koptuğuna göre… Sen hesap et.
- Ee?
- “Ee”si bu vesileyle Esra’yla Özkan ilk defa konuşmaya başlamışlar. Kız Özkan’ların gruba sorgulayıcı gözlerle bakınca Özkan da fırsattan istifade muhabbet kurabilmek için durumu falan anlatmış kıza. Öyleydi böyleydi derken Özkan’ın ev arkadaşları, Özkan ve Esra birlikte takılmaya başlamışlar. Gece ilerlemiş, muhabbet gırla gidiyor. Bu arada bizim Özkan bu hatunun Gürol’a ilgi duyduğunu öğreniyor.
- Gürol kimdi?
- Anlatmıştım ya, şu Özkan’ın müşterisi, başının etini yiyen…
- Haa!
- Yaa…
- E o zaman oldu bu iş. Hemen arasaymış ya Gürol’u.
- Şerefe!
- Esra’nın şerefine!
- Özkan’ın ev arkadaşlarından biri, adını hatırlamıyorum, Gürol’un eski sevgilisiymişmiş. Bu hatunla bizim Esra muhabbeti iyice koyultmuş. Gecenin sonuna doğru, saat iki, iki buçuk civarı hatun Esra’yı kendi evinde takılmaya devam etmek için davet etmiş.
- Esra da kabul etmiş tabii?
- Evet, kabul etmiş ve bunlar hep birlikte yeri konusunda hiçbir fikrim olmayan Özkan’ların evine gitmişler.
- Yerini bilsen ne değişecek ki?
- Laf lafı açmış ve konuşurlarken Özkan Gürol’a bir oyun oynama fikri ortaya atmış. Bu fikir herkesin aklına yatmış, zaten kafaları da çok güzelmiş. Plan şuymuş, Esra Gürol’u arayacak, sonra Gürol’u şu anda oldukları eve davet edecekmiş. Sözde Gürol bu evi bilmiyormuş ve eve geldiğinde adamın yüzünün aldığı hali görüp bol bol güleceklermiş.
- O neden o?
- Esra var o evde, bir de eski sevgilisi. Düşünsene neredeyse hiç tanımadığın ve arzuladığın kızın biri seni gecenin üçünde arayıp davet ediyor. Bilmiyorum, bana ilginç geliyor bu durum. Tüm arzuların kabarıyor ve o hatunla buluşmaya gidiyorsun, sonra bir anda baam! O da nesi! Eski kız arkadaşın çıkıyor karşına.
- Hakikaten boktan bir durum… Ben o açıdan bakamadım.
- Boktan olduğu kadar da ilginç esasında. Sonra arıyor adamı Esra, diyor ki “Ben Esra, seni gördüm beğendim” falan filan, “saat üç buçukta istasyonun önüne gel.” Anlaşma böylece yapılıyor.
- Allah Allah!
- Bizim hatunun o saatte yalnız dışarı çıkması uygun görülmüyor, ve Özkan’da onunla birlikte çıkıyor. Kafaları bir milyon bunlar istasyona varıyorlar. O sırada elektrik direklerinden birine bağlı yavru bir köpek fark ediyorlar. Özkan hemen gidiyor köpeğin yanına, seviyor, okşuyor. Esra’da katılıyor ona. Sonra köpeğin aç olduğunu fark ediyorlar, 7\24 açık tekellerden birinden süt ve bisküvi alıyorlar ve hayvanı beslemeye başlıyorlar. Bu sırada bizim kız Gürol’un uzaktan yaklaştığını görüyor, hemen ona doğru yürümeye başlıyor.
- Tanışıyor muydu ki bunlar?
- Ee nerenle dinliyorsun sen beni?
- …
- Konuşmaya başlıyor Esra’yla Gürol, konuşurken bir yandan da yürüyorlar.
- Ee?
- “Ee” si bu. Ben de bu kadarını biliyorum…
- Nasıl?
- Bu kadar işte! Gerisini dinleyemedim. Hoş onun da bildiğini sanmıyorum gerisini ama bir ihtimal. Bu durumdan bir öykü çıkartmak istiyorum ama gerisini öğrenmem lazım.
- Madem yarıda kesecektin neden anlattın ya?
- Anlatmayayım dedim sana, dinlemedin ki.
- Çok şerefsiz bir adam oldun sen son zamanlarda…
- Şerefsiz mi?, E şerefe o zaman!
- Şerefe!...


Esra ve Gürol konuşarak yürümeye devam ediyorlar. On ya da on beş metre yürüdükten sonra sarhoş Esra, Özkan’ın yanlarında olmadığını fark ediyor. Arkasını dönüp köpeği sevdikleri direkten tarafa çeviriyor bakışlarını. Ama orada ne köpek, ne de Özkan var artık. Sadece bir paket bisküvi ve bir kutu süt kaldırımın üzerinde duruyor. Esra durumu bozuntuya vermiyor. Hemen cep telefonunu alıyor eline. O da nesi! Bir detayı atladığını fark ediyor. İçinden “Lanet olsun, telefonlarını almadım…” diye geçiriyor. Biraz daha yürüyorlar ve Gürol sessizliği bölüyor. “Ee, Nereye gidiyoruz?”

Bu soruyla birlikte Esra bir kez daha kızıyor kendisine, çünkü alkolün de etkisiyle evin yerini zerre kadar hatırlamıyor. “Şey” diyor “ben gideceğimiz evin yerini hatırlamıyorum… Üzgünüm…” Gürol gülümsüyor. “Bana gideriz o zaman!”.

Gecenin karanlığında Esra ve Gürol sallana sallana Gürol’un evine gidiyorlar…

Esra bin bir pozisyonun denendiği terle yoğrulmuş olarak geçen bir geceden sonra Gürol’la aynı yatakta uyanıyor. Yanındaki adama bakıyor, ve uyanması için bin bir türlü şey deniyor. Kafasını ondan tarafa çeviren Gürol’un ilk kurduğu cümle, “Sen ne zaman gideceksin” oluyor. Esra bir miktar bozuluyor bu duruma ama megaloman olmasının da verdiği cesaretle fazla üzerinde durmuyor. “Yuh, kovdun be resmen” diyebiliyor sadece, ve yanıtı “Yok, öyle değil… Dersin falan var mı diye sordum…” oluyor. Esra hiç bir şey söylemiyor. Gürol yeniden uyuklamaya başlıyor.

Aynada gördüğü saçları Esra’yı ürkütüyor. Onları adam etmek için saç spreyine ihtiyacı olduğunu biliyor, ve Gürol’u yeniden uyandırıp saç spreyi olup olmadığını soruyor. Gürol ağzını bile açmadan parmağıyla vitrinin üzerindeki saç spreyini işaret ediyor. Gürol’un yeniden uyanmasını fırsat bilen Esra gece boyunca hiç konuşmadan seviştiği bu adamı biraz daha iyi tanımak için sorular soruyor. “Kimsin sen?” cevap yok. “Okuyor musun?” yine yok. “Nerelisin?” yok yok yok. Gürol yeniden parmağını kaldırıp vitrinin üzerindeki saç spreyini işaret ediyor…

Tam da bu sırada, Özkan’ın ev arkadaşları, evlerinin salonun ortasındaki kovanın etrafında toplanmış ilk nefeslerini almaya hazırlanıyorlar. Onlardan biri, Aysen ilk kapağını alıyor, ve kafasını koltukta oturmuş yavru köpeğini seven Özkan’a çevirip soruyor
“Sence becermiş midir?”
“Efendim?”
“Gürol diyorum, sence becermiş midir?”
“…”

Pazar, Haziran 11, 2006

Güle Güle

"Güle güle." dedi kadın,
"Güle güle." dedi adam ve ekledi;
"Göğsünü ısırmak isterdim son kez gitmeden."
"Arkamı dönüp burnuna yellenmeyi yeğlerim." dedi kadın ve arkasını döndü.
Adamın morali bozuldu, gelecek 35 yıl boyunca dönüşü olmayan bir yolda ilerlemeye başladığını o an anladı.
"Fıstık mı kokuyor?" diye sordu.
"Hayır, yellendim, benimkisi fıstık gibi kokar." diye belirtti kadın muzip bir edayla.
Adam gülümsedi ve bahsini ettiğimiz dönüşü olmayan yolda bir adım daha attı.

Tam o sırada iki yüz metre ilerideki istasyonda beklemekte olan trenin acı ıslığı duyuldu. Çemen şehrine giden tren için yolculuk başlamak üzereydi.
"Güle güle" diye geçirdi içinden küçük bir kız çocuğu bu şehirde kalan babasını hayal ederek, annesi yanındaki koltukta oturmuş, cep telefonunda biriyle konuşuyordu.
"Güle güle" dedi telefondaki tok ses,
"Güle güle" dedi anne ve küçük bir tıkırtı çıkararak kapandı telefon.

Yol üzerinde bulunan şehirlerden birinde, fahiş fiyata alkol pazarlayan bir restoranda iki Fransız vedalaşmaktaydı.
"Au revoir" dedi biri,
"Au revoir!" diye cevapladı diğeri.
"Ne varmış?" dedi kulak misafiri olan zengin bir müşteri.
"Güle güle diyor, Fransızca..." diye cevapladı asgari ücretle çalışan barmen.
Bilgisizliğinden utanan müşteri çarçabuk istediği hesabı arkadaşlarına ittirip kaçtı.

Tren Çemen garına yanaşırken ağlamaktan makyajı akmış bir kadın elinde boş bir bidonla bir benzin istasyonuna girmekteydi. Pompacılardan birine yaklaştı,
"Benzin alabilir miyim?" diye sordu.
"Süper mi normal mi?" dedi pompacı.
"Nasıl?" diyebildi afallayan kadın.
"Süper benzin mi normal benzin mi?" dedi işgüzar pompacı.
"Benzin işte, normal." diyerek bidonu uzattı kadın, "Ama benim param yok." diye de ekledi.
Elinde tuttuğu pompayı manalı bir edayla sallayan pompacı "Her şey para değil." dedi çürük dişlerini gösteren çirkin gülümsemesiyle.

İki saat sonra tüm Çemen şehri cehennem misali yanmaktaydı. Kasıklarındaki katlanılmaz ağrı ve elindeki boş bidonla gökyüzünü gıdıklayan alevlere bakan kadın "Güle güle" dedi.
Kuyruğu tutuşan külrengi kedi feryat figan karşılık verdi;
“Güle güle zalim dünya!”

Cumartesi, Haziran 10, 2006


...

Duyduğu sesle irkildi, elinde sımsıkı tuttuğu bardağı bıraktı kenara. Saatlerdir kıpırdamayan vücudunun uyuşukluğu geçmedi bu hareketle de. Neyi beklediğini bilmiyordu beklerken ama o an anlam kazanmıştı bekleyiş, o sesle.
Kırılmıştı.

Bir evin bütün odaları aynı gereklilikte midir? Bütün ayrıntılarını elinle yaratmışsan da aynı özenle dikkatini çekmelerine izin verir misin? Bir ev. O ev, yaşadığı ev. Ve o evden başkası zaten yok. Pencere manzarasından ibaret 'dışarısı' ve yüklendiği anlam gün geçtikçe büyüyen 'içerisi', son halinden çok önce de herşeye oldukça yakınsa.

Tek başına olmak en değerli yapan belki onu, belki kaybetmek içinde barındırıyo değerli olmayı illa ki. Belki de, belkisi yok. Bi silüeti gördüğünü sanmak hissi bile özlenir olduğundan uzun zamandır var. Ayakta olmayı özlememek içinse yerden 1 m yükseklikte. Artık yüzünde bilmediği ayrıntı kalmadıysa,.. Yalnızlığı telafi etmese de, bi yüz görmek ihtiyacına cevap.

Elleriyle çevirdi tekerlekleri yavaşça, sadece onun bulunduğu, mevcut tek çivisi saatler önce gevşetilmiş, duvarları beyaz odaya gitti, sesin geldiği yerden emin.
Kırılmıştı.