Pazar, Ekim 02, 2011

tat

Görmenin algı dediğimiz şeyin yaratılmasında önemli katkısı olduğu muhakkak ama birçok şey için neredeyse yerini alacak kadar güçlü olmasında bir tuhaflık var. Gözümüzle gördüğümüze inancımızın bu denli güçlü olmasının bir sebebi olmalı. Görmenin bu kadar önemli olmasının bir sebebi olmalı. Hatta "gözümle görmeden inanmam" derken içinde bulunduğumuz durumları tarif ediyoruz. İtiraf gibi sanki, en çok görmeye inanıyoruz.

Durum görünen açısından pasif. Bu pasiflik önemli sanırım, görünmezlik diye bir şey yok, yani maddesel bir görünmezlik yok. Yok olana kadar yok. İnsanlar için düşününce mesela, en fazla nasıl görüneceğine karar verebiliyorsun. Evden çıkmayabilirsin de ama kısıtlı bir engelleme o da, görünmez olmuyorsun. Aynaları da kırabilirsin evet, kendini kandırabilirsin.

Bir de bir sürü şey görülebiliyor, ses çıkaramıyor, kokusu yok ama görünerek var oluyorlar. Şehirler var mesela güzel, o şehirleri gören insanlar bir şeyler hissediyorlar. Bu yazının düşünceleri Paris'te belirdi kafamda örneğin, tek başıma dolanırken sokaklarda, şehri "görürken" sadece ve bir şeyler hissederken. Biliyorum sesleri de var bazı görünen şeylerin, metroda bir şeyler çalan insanlar falan ama kastettiğim görünebilme yeteneği çok fazla şeyde var.

Ve görünüş yavaş yavaş değişiyor normal şartlar altında. Bir çanta alıp kendine, görünüşüne ekleyebilirsin, onu bile ertesi gün takarsın büyük ihtimal. Saçını kestirebilirsin, yeterince kısa olursa etkili bir değişim yaratabilir ama tanınmaz olman güç gene de. Hızlı bir görünüş değişikliği genelde beklenmedik bir şeylerin sonucu; bir şehir yıkılır, bir insan kaza geçirir...

Gördüğümüz şeyi çok sorgulamıyoruz bu sebeplerden, değişimler öyle yavaş ki, güveniyoruz o duyuya. Daha hızlı yorumluyoruz. Görünen bir insanken de görünümünü bu bilinçle oluşturduğuna inanıyoruz. Gördüğümüz şeyle ilgili çekinmeden, hızlıca bir yargıya varıyoruz. Herhangi bir anlama gelebilecek görünen bir detayı o kişiyle ilgili algımızın baş kahramanı yapıyoruz. Kıyafet, tarz, saç şekli, kolye ucu, mimikler, duruş...

Duymak öyle değil oysa, susabilir karşıdaki. Konuşursun, duyulursun. Duyduğumuz şeyi yorumlamak için daha fazla vakit harcıyoruz bu yüzden. Yanlış anlamaları tecrübe etmiş bünye, duyduğunu algıya eklerken biraz daha fazla vakit harcıyor yorumlamaya. Hem duyulabilen şeyler daha az. Bir binanın sesi yok, kilise ise bir çanı olabilir tamam. Bir ağacın susuyor olması seçtiği bir şey olsa inanılmaz bir kararlılık örneği olurdu. Hayır, rüzgarda dallarının hışırdaması hiç de bilinçli bir tercih değil. Bir köpek havlıyorsa çok fazla seçenek yok olası sebepleri için.

Her neyse işte, insanlar konuşuyor, insanlar dinliyor, gördüğümüz şeye göre duyduklarımızın anlamı değişiyor.

Dokunmak kaçınabileceğimiz bir şey değil. İster istemez birçok şeye dokunuyoruz. Yemek, oturmak, bir yere gitmek, her şey bir şeylere dokunmayı gerektiriyor. Dokundukça kirlenip, suya sabuna dokunup temizlenmeye çalışıyoruz. Dokunduğumuz şey canımızı yakmadıkça ya da hoşumuza gitmedikçe bu dokunuşların pek farkına varmıyoruz. Kime dokunmayı istediğimiz, dokunabildiğimiz, dokunamadığımız önemli. Kucaklaşırken de, kavga ederken de dokunuyoruz.

Koklamak ancak bir değişimle varlığını sürdürebiliyor. Aynı koku sürekli alınamıyor, köreliveren bir duyu. Ama o kadar güçlü bir duyu ki, bir ana aitse tekrar koklandığında o anı da getiriyor beraberinde. Güzel bir koku önemli de olsa, koku algıladığımız birçok şeyde yok. Gene de tattığımız şeylere oranla daha fazla. Tattığımız şeylerin de büyük oranla kokusu da var. Tatma çok değerli bir şey, çok az şeyi tadıyoruz, tattıklarımızı yiyoruz genelde.

Birini sadece yoldan geçse bile görüyoruz, bir ihtimal duyuyoruz yakınlardaysa. Bir sebeple ona dokunabiliyoruz daha da yakınsa, onu kokluyoruz. Ve evet tadıyoruz, yemek gibi bir ihtiyaca dönüşünce...