Çarşamba, Kasım 30, 2005

Saat kaç ?

Şımarıyorum. O kadar şanslı hissediyorum ki kendimi, kendimden geçiyorum. Sonra aniden bi zaman dilimi kalınlaşıyo, kaskatı kesiliyo. O zamana geldiğimde dağılıyorum, çarpmanın etkisi sonrasında da devam ediyo. Ellerimle önümü kapatır buluyorum kendimi. Bazen farkedene kadar iş işten geçiyo. Bunu farkedince hızlanıyorum, kaybettiğim zamanı telafi etmek için, ama böyle olunca çarpmanın etkisi daha hızlı oluyo, çünkü zaman hiç homojen değil, ben bunu öğrenemiyorum. Bi kısım zamanın üstünde atlayıp geçmek istiyorum, gözlerimi kapatıyorum o zaman, kalınlaşmış parçanın ortasında uyanınca, hep tekrar kapamak istiyorum gözlerimi. Sonra oyunumu oynuyorum; tam önüne gelince o zamanın, durup bekliyorum, bazen inceliyo o zaman, elimi kolumu sallayarak geçip gidiyorum. Bazense bekleyişler çok uzun sürüyo, o kadar uzun süren bi bekleyişten vazgeçmek daha zor, o kadar yakından çarpmak daha acılı oluyo. Bazen de yeterince beklediğimi sanıyorum ama erken oluyo, öyle olursa uzun süre o kalınlığın içinde hapsoluyorum .

Saat kaç ?

Salı, Kasım 29, 2005

ben, sigara dumanının altında

Çünkü dertli değilken sigara içmek, sigaraya ihanettir.

Dengeli sistemleri sevmem, sistem dediğin değişken olucak, uçlarda dolaşıcak, ama bi uçta takılıp kalmıcak. Akvaryum severim mesela, yem vakti balıkların ben akvaryumun neresine istersem orasına doluşmalarını severim. Her seferinde hayal kırıklığına uğratmayı severim. Tabi hafıza süreleri hayal kırıklığına vakit bırakmıyodur. İzmaritin gittikçe yassılaşmasını sevmem, esnekliğini severim. Yassılaştıkkça elimde çevirir, dudaklarımla da sıkıp diğer doğrultuda yassılaştırırım. Bi dahaki nefeste tekrar diğer. Türküm, deliyim, çelişkenim.

Ve son zamanlarda daha sık ihanet eder oldum.

Tam da nefes içimdeyken birinin güldürmesini sevmem, güldüren de o sırada güldüğünden, sigarayı açık ağzından içeri sokup damağında söndüresim gelir. Dumanın tamamını çıkaran o ikinci nefesten sonra güldürenleri çok severim. Yeterince güzellerse sevişebilirim kendileriyle. Dumanı çekme anında sigaranın kendisini severim, tüketimin tam hızlandığı noktayı. İçerken esen rüzgarı sevmem, hemen küser arkamı dönerim.

Başkasının dumanından gelen kokuyu çok severim, dumanı çıkaranı gidip öpme isteğimden gocunmam. Açık havada daha güzel kokar o duman. Odaya sinmiş duman kokusunu sevmem, kendi parmağıma sinmiş dumanı severim, şayet hava sıcaksa. Soğuk havada içmeyi sevmem. Biriyle beraber içmeyi çok severim. Beraber içtiklerimi de içmediklerimden daha çok severim, içenler arasında ayrım yaparım, kim aynı markayı içiyosa onu daha çok severim.

Mümkünse oturarak içmeyi severim. İçerken uğraştığım işi daha çok sever daha güzel yaparım. Yürüyerek içmeyi sevmem. Yanımda benle içen biri yürüyosa başka. Onu da sigarasını da çok severim, gerektiğinde bağrıma basarım.

Bırakıcak olmayı çok severim, olmasam çok üzülürüm. Bıraksam, bıraktığıma yine üzülürüm. Ayda bi tane içmeye devam ederim. Bi yerden bedava gelicek olmasına dayanamam, teklifine hayır demem.

İçiyo olmayı hiç sevmem, başlamamış olmayı çok severim.

Sigara zaten ya, sevilmicek gibi değil ki.

keşke

aptallığın en uç noktası karşındakini aptal yerine koymak, kendi aptallığını farketmeden. amma en kötüsü bunu tam da karşı tarafın en zayıf olduğu noktada gerçekleştirmek. aslına bakarsan durum kendi aptallığının sonucu da olsa, ve bunu farkedememek de aptal hissettirse de insana, değil ya, dürüstlük kabullenmesi yapılıyo bi zaman, sonrasında sorgulamaktan vazgeçiyo insan, böyle olmaması da zor olurdu. en çok koyan, uzlaşılamayan noktalarda yapılan fedakarlıklar olur herhalde, üff, ne zor ya. etrafımdakileri üzenlerden, hem de böyle göz göre göre, artık oha dedirte dedirte, nefret ediyorum. olmasalardı keşke. keşke.

Pazartesi, Kasım 28, 2005

Şehirlerarası II

Morsun.

Mor, doğuda Beyaz Rusya sınırındaki Chernihiv şehrinde ölümün rengi. Depresyonun, bunalımın rengi.

Sen morsun, ama ölmüyorsun. Depresyonda mısın? Bilmiyorsun…

Camdan arabanın içine dolan uğultulu rüzgar arabanın bağırışlarını duymanı önlüyor biraz, ama yine de morsun. bir şeyler yapman gerektiğini düşünüyorsun.

Gerisi önemli değil...

Pazar, Kasım 27, 2005

abcdghijklmnoprstuvyz. gerisi nerde?


bay aksi! kaç gün oldu görmedim gene, bari bi kaç kelime yaz diğ mi, ama yok, bu durum beni çok sinirlendirdi, daa fazla yazamiğciim; peki.
öyle bitmek üzre sigaranla geçtin karşıma, ben de yakamıom yenisini, beraber içemicez die. etrafında zıp zıp zıplamak istiyorummm, bak şuan senle koşturmak istedimdi ben, sen, .. yoksun.
yemek yapıyorum, acba hissedip gelir misin?
acıktım. hay aksi!

Cumartesi, Kasım 26, 2005

Şehirlerarası I

Katilsin.

Kramatorsk yolunun en sol şeridinde arabadasın, bastığın gaz pedalı arabaya batıyor. Araba bağırıyor, sen basıyorsun… Sen bastıkça o biraz daha bağırıyor, bu iş hoşuna gidiyor. Siyah göz bebeklerin yavaş yavaş koyu kızıla dönüşürken dikiz aynasından arkandaki sonsuz şeritli boş yolu görebiliyorsun. İşte yine yoldasın, umursamıyorsun, ilk kez olmuyor bu. Arkanda bıraktın oyma ve boşaltma işlemini yaparken kullandığın bıçağı, çıkardığın şey ona saplı bir vaziyette, hala sıcak, hala atıyor. Boş bir göğüsle verandada yatan kurbanın, içinde tutacak resmi olmayan bir çerçeve gibi manasız. “İçinde köşesi kıvrılmış, nemden ve uzun süreli kötü muameleden rengi sararmış bir fotoğraf olmasından daha iyiydi bu.” diye karşı çıkıyorsun vicdanına. O seni dinlemiyor. Sen konuştukça gözlerini kaçırıyor, seni dinlemediğini belli etmek, artık susmanı istediğini göstermek için göğüs kafesine birbiri ardına binlerce yumruk indiriyor. Yumrukların sende yaptığı etki, sabah kalktığında yaktığın ilk sigaranın tazelenmiş ve oksijene muhtaç ciğerlerinin üst kısmında yaptığı etkiden farksız. Aniden asılıyorsun frene. Duruş mesafesi 35 metre…

Açık camdan içeriye yanmış tekerlek ve balata kokuları giriyor. Flaşlar patlıyor kafanın içinde, patlayan her flaş başka bir fotoğrafı çekip alıyor geçmişten, ve atıyor kapalı gözlerinle gözkapaklarının arasına. Yolun yan tarafında koca bir tabela Kramatorsk’a bir saat on beş dakika kaldığını belirtiyor. Yolun karşısında ise aynı tabelanın Kremenchuk ile alakalı olanı bulunuyor, ibare aynı, bir saat on beş dakika, ama sen, sana doğru bakan diğer tabelayla ilgilendiğin için bunu fark etmiyorsun. Kremenchuk ile ilgili olan tabela kırılıyor bu duruma, ve kısalarak kayboluyor. Bir flaş daha patlıyor, göğsünde hala hissedebildiğin bir baskıyla son flaşın gözlerinin önüne getirdiği sahneyi inceliyorsun. Sen, o, orası… Turuncu bir oda, sönmek üzere olan birkaç mum. Elinde fotoğraf makinesiyle dikiliyorsun. Arabanın içindeki parmağınla hayalinin içindeki fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmaya çalışıyorsun, olmuyor. Hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette arabanın kavrama noktasını bulmaya çalışıyorsun. Araba bağırıyor, seni üstünden atmak istercesine silkeliyor, sonra kaymak misali altında uzanan yolda bir inşaat işçisinin margarin üzerinde bulduğu, ve çekerek aldığı uzun bir saç teli gibi ilerlemeye başlıyor…

Çarşamba, Kasım 23, 2005

Sıradan Bir Gece Masalı

Odamda yalnız başıma, uğuldayan bir mağaranın korkunç sessizliğini dinlercesine rahatsız oluyorum.

Duvarlar birbirleriyle konuşurken alabildiğine mutlu fotoğrafın çekiyor dikkatimi. Ay kadar beyaz yüzünü gösteren, bir kahverengi çerçevenin sınırlarını çizdiği, siyah beyaz bir fotoğrafın bu. Bir bebeğin gözleriyle bakıyorsun bana, uykudan uyanmış gibi kısık, yorucu bir gece geçirmiş gibi şiş. İşlevselliği hiç düşünülmeden sadece estetik kaygılarla yerleştirilmiş sanatsal yüzündeki her parça.

Gözlerini korumuyor kirpiklerin ve kaşların. Sadece mükemmeli oluşturmak için gelmişler bir araya. Elmacık kemiklerinin üzerinde toplanan narin yüz kasların, ince ve fotoğrafta cansız bir griyle amatörce taklit edilen dudaklarının köşelerini yukarıya çekmiş. Çenenin pürüzsüzlüğüne delicesine, en az benim kadar bağlı olan alt dudağın biraz aşağıya kaymış, sadece bu gülümsemeye dişlerini de ortak ederek sanatsal hazzı had safhaya ulaştırmak için. Kulağının yan tarafına gelmiş sağ elin. Kazağın, parmaklarının ikinci boğumuna kadar kıskanmış kolunu, kapatmış korur, kollar ve onunla sevişir gibi.

"Zamanın eğri çarkından kurtulmak ve yine aynı zamanın oluşturduğu inanılmaz boşlukta özgürce seyahat etmek mümkün olsaydı" diyorum “giderdim o ana, tekrar görebilmek için hazin gerçeği".

Fotoğrafına bakmaya devam ediyorum, cıva gibi ağırlaşan ve beni yatağıma mıhlayan akşamın çöküşünde. Yüzünü sadece yazdığı kitabın tanıtımında gördüğüm bir adam çıkıyor kitaplığımdaki aralıktan "...tek kurtuluş var, o da ölüm. Ölümü düşünen biri için ölmek değil, düşünüp de bunu yapamamaktır en büyük acı." diye fısıldıyor kulağıma. Hiç bir düşünce dindirmiyor yası, hiç biri yok edemiyor fiziki olarak değil ama fiilen ölenlerin ızdırabını...

Salı, Kasım 22, 2005

siyah

Siyaha boyanmış o gün. Çıldırmış olmalı biraz da, bilinmez. Kırk yılda bir başa gelir zaten, geldi mi de ürpertir, buz gibi. Sırılsıklamdır aslında, farketmez. Düşünmüyo da değildir, ama öyle böyledir işte, kısmetsizlik.

Atkısı boynunda mı baktı bi, rüzgar hoşuna mı gitti o an ne. Sıradan bi hareketlilik etrafta, başını hafif öne eğip, başladı yürümeye. Ayağının altından kayıp gidiyodu be sanki yol, sımsıcak. Değildi, yanılıyodu, olup bitene aldanıyodu ha bire. Aslında o değildi, hele o, hiç değildi. Sıkıldı birden. Geri döndü. Atkısı kalktığı bankın üzerinde duruyodu, ya gene mi, hep kendini kandırıyodu. Gitti, yanına oturdu.

Uzundu saçları, siyahtı, simsiyah. Üzerinde incecik bi gömlek wardı yeşil, çorapları çizgiliydi. Kendi kendine sarılmış yürüyodu, elinde bi kağıt, sıkıca tutmuş. Saçları rüzgara direnmezken ne güzeldi, elleri saçlarına dokunurken.. Önüne bakarak yürürken, tam yanına gelince durdu, ona baktı. Geldi, yanına oturdu.

Bi an bile düşünmedi, atkıyı alıp boynuna doladı. Ama elinde tutuyodu hala kağıdı sımsıkı, önüne bakıyodu hala, sessiz.

Gidiyodu işte. Bi kaç cümle daha, bi kağıt parçası ve biraz daha paylaşabilmek hüznü yanyana, o kadar. Kağıdı bıraktı oturduğu yere, gitti.

Rüzgar acıtıyodu artık. Atkısına baktı yanında mı diye. Kağıdı katlayıp koydu cebine, okumak değil, yazısını görmek bile zordu. Soğuktu, çok. Gittiği tarafa baktı, yoktu. Daha da soğudu. Artık o da yoktu, kendini bıraktı olduğu yere, gitti.

Pazar, Kasım 20, 2005

Gece

Kapkaranlık bir gecede, çıktın sen karşıma
Gecemi aydınlatıp, ulaştık yarınlara
Bir bakıştı gözlerinden, güneşimi yaratan
Bir aydınlıktı sözlerin, ruhumu canlandıran

Kalınca bir kitaptın, okudukça bitmeyen
İçi dolu bir şişe, içtikçe sonu gelmeyen

Derin mavi okyanus, bakışlarında gizli
İncecik kara bulutlar, okyanusumu saklayan
Bulutların ardında, ufukta bir yakamoz
Yakamoza doğru giden, küçük, ufak bir yelken, ben

Yelkenimi sürükleyen, aklımdaki fırtınalar
Yağmurun olup yağan, gözlerimdeki şu damlalar

Pazar, Kasım 13, 2005

Geldim

Geldim de niye gittim, nası geldim bilmiyorum.

Biliyorum da hayal meyal işte, hastayım ki, hissetmiyorum. Başım ağrıyo biraz, daha iyiye gitsem de hala kötü, alarm veriyorum. Sınav yarın, iyi değil, çalışamıyorum, başım ağrımasa da çalışsam azcık. Perşembe de tekrar sınav var, ödever, projeler neyi ne zamana nasıl yaparım hayal bile edemiyorum. Bu gidişle okul da uzar. Alarm veriyorum.

Çalışmak istemiyorum hiç, saatlerce uyudum galiba iki gün önceden beri, azıcık uyanık kaldım ama hala uykum var, uyumak istiyorum. Mümkünse bir kaç yıl.

Çalışmam lazım, çalışamıyorum, gidiyorum.

geliyorum

Ben zaten biliyordum. Gelince gitmek zor, arka planda büyüyüp duran özlem göz ardı edildiğinden katlanmak ancak mümkün yokluğa. Yokluk dediysem; öyle bi varlık ki, o yüzden öyle bi yokluk... Tarif etmek zorunda değilsen en güzeli, özlemişim lan besbelli, evet. Ne kadar erteleyebilirsin ki, hayat yolları birleştirdiği gibi ayırmayı da bildi mi, salı gün sınav var iyi mi, zor bi veda olacak ama sabah. Sabah olacak ve ben bıkmadığım bi yere döneceğim gene, özlemiş olacağım ama kavuşmak daha çok mümkün olduğundan göz ardı etmeden iyice büyütebildiğim, istedim mi besleyebildiğim bi özlem. Özledim, siz de özlediniz ama di mi, özleyin plz. Gittim,

geliyorum.

Salı, Kasım 08, 2005

otobüste yazalım mı bazen de

Otobüsteyim. Yazmak zor biraz ama beklemek de zor, yazmak istiyorum feci. Duyguyu analiz etmek zor olsa da, bu istek geldi mi durdurulmamalı. Daha önce de geldi başıma, gene otobüste, kağıt kalem yokken yanımda, bu defa yeşil, küçük bir defter ve gene O’ndan aldığım kalemlerden biri…

Düşünüyorum, kulağımda güzel sesler… İzmir’e dönmek güzel bir duygu, yenilenmiş bir potansiyel oluşturuyor uzaklaşmak. Sahip olmaya az kalmışken ama tüketmeye de başlamamışken çok şey güzel zaten. Bu arada kulağımdaki sesleri sıraya koymalıymışım, ruh halimi fazlaca dalgalandırıyor; ‘adam’, ardından ‘rus kozmonotları’, olacak iş değil!

Uzun zamandır hissetmediğim bir duygu var içimde, adını koymamı bile zorlaştırıyor işte geçen zaman. Zaten ‘space-dye-vest’ çalıyor, belki de gitmiştir o duygu, bilemedim. Durdum, şarkıyı dinliyorum.



Köyceğiz’deyiz, bu kaçıncı mola ya yeter artık ama. Saat 14:25, pazartesi. Şarkı bitmedi daha derken bitti. Otobüsün plakasını merak ettim iyi mi, inip bakmaya üşenirim be manyak mısın. 6. Cadde’yi geçen yaz bulmuştum öyle demolarını filan, sevmiştim sonra albümünü bulmuştum. Adamlar İzmirliymiş bilmiyordum, hatta ev arkadaşımın şuan Amerika’da olan eski ev arkadaşının erkek arkadaşı Emre, bizim eve çok gelip gitmiş filan. Ne önemi var di mi, olsun ben kendi kendime mutlu oluyorum, kulağımda 6. Cadde =) Zaten eski ev arkadaşı da değil yani tam olarak, Amerika’dan dönünce ‘biz’de kalacak o da, tek sorun ben kalamayacağım belki ‘onlar’da.

Köyceğiz hakkaten bir köyceğiz, resmiyette ilçe olsa da. Şirindir ama böyle Köyceğiz Gölü filan… Otobüs terminaline giden yol alttan geçiyor böyle, bilmem anlatabildim mi, köprü gibi diğer üstteki yol, oldu mu, neyse işte, ay zaten bunları anlatmama gerek var mıydı emin değilim, köprünün altında yolun kenarları duvar böyle, bir sürü yazı var, ‘unforgiven’ yazıyor birinde, ortaokulu anımsattı, şarkı yoluyla tabi.

Kulaklıkları çıkartsam Candan Erçetin duyacağım, bunu nerden mi biliyorum, ehehe, çıkartmadan da duyuyorum =)

Yoruldum. Muğla’ya kadar yazmayacağım. Ama Remo Han var Köyceğiz’i biraz geçince, yoksa hala Köyceğiz mi burası, her neyse, atlar filan, çiftlik gibi burası baya, ben atları çok severim.

Muğla’ya bir 20 dakika var daha. ‘i’ ve got to see you again’ çalıyordu, belirtmeden edemedim. İsterim gerçekten, en yakın zamanda.

Liseyi burada okudum ben. O sırada Dalaman’ da oturuyorduk, bu terminal o zamanları hatırlatıyor bana, şimdi İzmir-Fethiye. Muğla gitmek istediğiniz her yerin yürüme mesafesinde olduğu, ilçelerinin gelişmişliği altında ezilmiş, şirin bir şehir. Ve ‘sing’, çok güzel oldu bu şarkı ya, o zamanlar beraber dinlerdik hep, başka birini hatırlatması imkansız bu şarkının, radyoda çalsa birbirimizi arardık filan. Özledim. Lise Muğla’nın hemen girişinde, Pembe Köşk! Yok ama İzmir’e gidiş tarafında. Görkemli bir binadır, yani Muğla şartlarında. Hatta tabuda ‘görkemli’ kelimesi var ya, eski kelimeler ama, aklıma Pembe Köşk gelir hep, her neyse. Liseden bahsetmişken, bölümdeki tek lise arkadaşıma selamlar ;)

Muğla’dan çıktık, Pembe Köşk’ e baktım son bir kez, yatakhanemin penceresine özellikle, nedense. Daha 3 saat var. ‘silent all these years’dan sonra kalan zamanı kim bilebilir, 1 gün 3 haftadan hesapla. Tori Amos da Radikal’in hediyesidir bana, hatırlayan vardır belki takip edenlerden, bir cumartesi ekinde anlatmıştı baya. Ay yazmak çok zorlaştı, yollar mı bozuk acaba. Devam ederim sonra.



Az kaldı artık. Otobüsler özlemler için geçiş bölgesi gibi. İzmir’i ve İzmir’dekileri özlemeyi bırakıp, ailemi ve evimi özlemek vakti yaklaşıyor. Şuan her ikisi de mevcut bünyede, hem İzmir’e olan dinmedi, hem de bıraktıklarımın özlemi başladı bile.

Ama düşünmek için güzel işte bu yönüyle, çevresel etkenlerden daha bağımsız gibi nedense. Düşünüyorum da, ne garip aslında içinde bulunduğum hareketlilik hali. Günün sabahında annemin hazırladığı kahvaltının sesiyle uyanıyorum-kahvaltının sesi olur bilirsiniz, diğer öğünlerden farklıdır-akşamına yarına info ödevi yetiştirme çabasında olacağım odamda. ‘nerde akşam, orda sabah’ dedi otobüste çalan şarkı, komik oldu =) Her neyse, otobanda yazmak daha kolay olsa da, o kadar da kolay değil, “otobanda yazmak” ne ya. Hem akşam oldu, ışık da yetersiz, 18:05 saatler. Bu arada yazmadığım sürece ‘taxi’ diye bir film izledik otobüsçe, etrafımdakilerle işteş fiiller kullanabilme süremi doldurmak üzereyim nihayet. Özledim ya, altı üstü 5 gün oldu ama özledim İzmir’i, İzmir’deki hayatımı işte. İyi ki dönüyorum, neredeyse döndüm.